..::FaCia FoRuMLaRı::..
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

FaCia Forumlarına Hoşgeldiniz..
 
AnasayfaAramaLatest imagesKayıt OlGiriş yap
Son Eklenen Konular
Konu Yazan GöndermeTarihi
Salı Ocak 20, 2009 7:15 pm
Paz Ocak 18, 2009 8:19 pm
Paz Ocak 18, 2009 6:47 pm
Paz Ocak 18, 2009 4:06 pm
Paz Ocak 18, 2009 2:12 pm
Paz Ocak 18, 2009 2:03 pm
Paz Ocak 18, 2009 2:02 pm
Paz Ocak 18, 2009 1:53 pm
Perş. Ocak 15, 2009 10:44 pm

 

 MEDENİYETLER TARİHİ

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:16 pm

Konu altında olan medeniyetler:

1.sayfa

Aztek Uygarlığı
Etrüsk Uygarlığı
Girit Uygarlığı (Minos)
Zigguratlar
İnka İmparatorluğu
Gotlar
Kelt Uygarlığı
Moğol (Cengiz) İmparatorluğu
Lidya Uygarlığı
Medler


2.sayfa

Kartacalılar
Fenikeliler
Galyalılar
Tarsus Tarihi
Slavlar
Toltekler
Urartu Uygarlığı
Emeviler
Germenler
Traklar

3.sayfa

Truvalılar
Kolkha Krallığı
Akadlar
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:18 pm

Aztekler

15. yüzyıl ile 16. yüzyıl başlarında, bugünkü Meksika’nın orta ve güney kesimlerinde büyük bir imparatorluk kurmuş halk. Nabuva dili konuşan Azteklerin adı, atalarının bir olasılıkla Kuzey Meksika’da bulunan anayurdu için kullanılan Aztan’dan (Beyaz Ülke) gelir. Öteki adlarından “Tenoçka”, ataları Tenoch’tan kaynaklanır. Gene Aztekler için kullanılan “Meksika” adı, Texcoco Gölünün mistik adı Metzliapan (Ay Gölü) ile ilişkilendirilir.
En büyük kentleri Tenochtitlan’ın adı “Tenoch”tan türetilmiş, “Meksika” ise önce kentin ve çevresindeki vadinin, sonradan da tüm ülkenin adı olmuştur. Azteklerin kendilerinden söz ederken kullandığı “KulhuaMeksika” adı ise, Meksika Vadisinin en gelişmiş merkezi olan Colhuacan ile özdeşleşmek çabasını yansıtır. Azteklerin kökeni kesin olarak bilinmemektedir. Ama bazı gelenekleri, 12. yüzyılda Orta Amerika’ya gelene değin, daha kuzeydeki Meksika Platosunda avcılık ve toplayıcılıkla geçinen bir kabile oldukları izlenimini verir. Gene de, Aztlan, yalnızca destanlarda doğmuş bir yer olabilir.
Azteklerin güneye göçünün, Toltek uygarlığının çöküşünü izleyen ve belki de bu çöküşü hızlandıran genel bir göç hareketinin parçası olduğu sanılır. Texcoco Gölündeki adalara yerleşen Aztekler, tarihleri boyunca başlıca merkezleri olan Tenochtitlan’ı IS 1325’te kurdular. Büyük bir devlet ve sonunda bir imparatorluk kurabilmelerinin temelinde, kullanılabilir tüm toprakların entansif biçimde ekildiği, gelişkin bir sulama ve bataklık kurutma sistemine dayalı olağanüstü tarım düzenleri yatar. Bu yöntemlerle sağlanan yüksek verimlilik, zengin ve kalabalık bir ülkenin doğmasını sağlamıştır.
Tenochtitlan, Itzcoatl döneminde (1428-40) komşu Texcoco ve Tlacopan devletleri ile ittifak kurarak Orta Meksika’da egemen güç durumuna geldi. Daha sonra hem ticari ilişkiler, hem de fetihler yoluyla, 400-500 küçük devletten oluşan, 5-6 milyonluk nüfusuyla 1519’da 207.200 km2’lik alana yayılan bir imparatorluğun merkezi oldu. Kent, en gelişkin döneminde, 13 km2’yi aşkın bir alanda 140 binden çok insan barındırıyordu; dolayısıyla Orta Amerika uygarlıklarının tarihinde en yoğun nüfuslu yerleşim yeriydi. Aztek devleti, askerlerin egemenliğindeki bir despotluktu. Kastlara ve sınıflara bölünmüş ama dikey akışkanlığını da koruyan Aztek toplumunda yükselmenin en güvenli yolu savaşta kahramanlık göstermekti. Devlet işlerini rahipler ve bürokratlar yürütürdü. Toplumun alt katmanlarında, serfler, sözleşmeli hizmetkarlar ve köleler yer alırdı.
Aztek dini, birçok Orta Amerika kültüründen değişik unsurları özümsemiş, çeşitli inanç sistemlerinden karşıt öğeleri bir araya getirmişti. Önceki halkların birçok kozmolojik inancını paylaşan bu din, özellikle evrenin bir dizi yaradılışın sonuncusu olduğu ve 13 gök katı ile 9 yeraltı dünyası arasında bulunduğu yolundaki Maya inancını benimsemişti. Azteklerin başlıca tanrıları, Savaş ve Güneş Tanrısı Huitzilopochtli, Yağmur Tannsı Tlaloc ve yarı tanrı-yarı kahraman Tüylü Yılan Quetzalcoatl idi. Insan kurban etme töreninde, kurbanın yüreği Güneş Tanrısı’na sunulurdu. Kan akıtma töreni de yaygındı.
Dinle yakından ilişkili Aztek Takvimi, rahiplerin uğraşı olan kapsamlı bir ayinler ve törenler döngüsünün temeliydi. Orta Amerika’nın büyük bölümünde kullanılan bu takvim, 365 günlük (20’şer günlük 18 ay, artı 5 uğursuz gün) bir güneş takvimi ile 260 günlük (20’şer günlük 13 devre) bir dinsel yıldan oluşuyordu. Birbirine koşut giden bu iki yıl döngüsü, 52 yıllık daha büyük bir döngünün parçasıydı. Yöreye 1519’da gelen Ispanyol kaşifler bu uygarlığın gelişmesine son verdiğinde Aztek Imparatorluğu’nun genişlemesi ve toplumsal evrimi henüz durmuş değildi. Son Imparator Il. Montezuma (hd 1502-20), Hernan Cortas tarafından tutsak, alındı ve hapiste öldü. Imparatorluk, üstün silahlarla donanmış Avrupalılarca hızla fethedildi.
Azteklerin Batı dünyasında Codic olarak bilinen ve geyik derisi ya da sabırotu liflerinden yapılmış kağıtlara yazılmış kutsal metinleri ve elişleri, tapınaklarda korunurdu. Yazıcılar, ideogram, resimyazı ve fonetik imgelerin karışımı bir teknik kullanırlardı. Dinsel tören takvimi, kehanetler, törenler ve tanrılar ile evrene ilişkin yorumlar da yazıcıların ilgi alanına girerdi. Ülkenin fethedilmesinden sonra bu metinlerin çoğunun yok edilmesine karşın, Codex Borbonicus, Codex Borgtav, Codex Fejervary-Mayer ve Codex Cospuno gibi bazı örnekler günümüze ulaşabilmiştir. Bu el yazması metinlerin anlaşılması çok güçtür ve pek azı gerçekten Azteklere aittir.
Arkeolojik kalıntılar arasında tanrı heykelleri, dinsel içerikli taş alçak kabartmalar, duvar resimleri, kilden yapılmış insan heykelleri ve vazolar ile taş ve ahşap maskeler bulunur. Aztek sanatı temelde simgesel olduğu için bu kalıntılar yardımıyla önemli bilgiler elde edilebilir.


Aztlân ve Aztek Göçü Efsanesi

Zaman: İÖ 13-15. yüzyıllar
Mekân: Meksika Vadisi
Ülkenin sakinleri olan diğerleri gibi bu insanlar da, Aztlân adlı ve yaşadıkları yerdeki Yedi Mağaralar'dan ayrıldılar. Aztlân, "Beyazlık" ya da "Balıkçılların Ülkesi" demektir.
Fray Diego DURAN, 16. yy


Aztekler ve müttefikleri 15. yüzyılda ve 16. yüzyıl başlarında orta ve güney Meksika'da bir imparatorluk kurdular, imparatorluk, Hernân Cortes'in İspanyol Seferi sonunda, ancak yüz yıl yaşadıktan sonra yıkıldı. Günümüz Meksika ulusal efsanelerinde, Aztekler, kahraman yerli geçmişi ve yabancı istilasının trajedisini temsil edecek biçimde popüler hayal gücünde idealleştirilmiştir.
Aztek başkenti Tenochtitlan'ın İspanyol sömürgesi Mexico City'ye dönüştürülmesi ve çağdaş milletin başkenti olmaya devam etmesi Aztekler'i İspanyol öncesi kolektif 3000 yıllık kültürel mirasın en önemli temsilcileri olarak diğer kızılderililerin üzerine çıkarmaktadır.
Codex Boturini'den bu sayfalarda, Aztekler'in bir gölün ortasında bir ada olan Aztlân'dan göçmeleri resmedilmiştir.
Efsanenin kökeni
Aztekler nereden gelmişlerdir?
Aztek kaynaklarına dayanılarak hazırlanan ilk sömürge tarihçeleri, resimli belgeler ve arkeolojik kazılar Aztekler'i tarihsel bir kesinlikle ancak 13. yüzyılda Meksika Vadisi'ne kadar izleyebilmiştir. Kökenlerinin coğrafi bölgesi hâlâ çözümlenmemiş bir muammadır.
Aztekler'in, 13. yüzyılda kuzey çöllerinden Meksika Merkez Yaylaları'na göçen göçebe avcı ve kısmen çiftçi kabilelerden biri oldukları anlaşılmaktadır. Efsanelerde çıkış yerleri olarak kuzeyde Aztlân'dan, "Balıkçıl kuşlarının yeri"nden söz edilmektedir. Aztlân bir göldeki bir ada tepe olarak tanımlanmaktadır.
Aztekler yaratılış zamanında orada topraktan ve mağaralardan çıkmışlardır. Bir gün gelmiş oradan ayrılmaya karar vermişler, kanolarına binip karaya çıkmışlar ve uzun göçlerine başlamışlardır. Çok geçmeden Meksika "ay insanları" diye bir grup kendilerine katılmıştı (ondan sonra Meksika-Aztekleri adını almışlardır). Başlarında reisleri Huitzilopochtli ("Soldaki Sinekkuşu") vardı. Bu daha sonra, rahipler tarafından taşınan kutsal bir simge olarak görülmektedir. Göç devam ederken rahipler Huitzilopochtli'nin kabilenin ne yöne gideceği hakkındaki kehanetlerini sözlü olarak ifade etmekteydiler.
Huitzilopochtli'nin mucizevi doğumu, göçten önce gerçekleşmişti. Efsaneye göre yaşlı rahibe Coatlicue, Coatepetl ("Yılan Dağ") tepesinde bir tapınağı süpürürken gökten bir tüy topu düşmüş ve kendisini Huitzilopochtli'ye hamile bırakmıştı.
Coatlicue'nin oğulları Centzonhuitznaua ("dört yüz" yani çok) ve büyük kızı Coyolxauhqui annelerinin hamileliğini öğrenince kızmışlar ve onu öldürmeye karar vermişlerdi.
Silahlı düşman dağa tırmanmaya başlamıştı. Huitzilopochtli birden yüreklere korku salan, doğaüstü güçlü bir savaşçı olarak doğmuştu. Bir "Ateş yılanı" atarak Coyolxauhqui'yi delmiş ve başını kesmiş, gövdesini dağdan aşağı atıp parçalamıştı. Sonra Centzonhuitznaua'yı kovalamış, hiç acımadan hepsini öldürmüştü.
Kabile göçe devam ederken bazı yerlerde yıllarca kaldığı oluyordu. Yine konakladıkları bir yerde muhalif bir grup kabileden koptu. Kabile, 10. yüzyıl Tolteca-Chichimecaları'n daha önceki göç hikâyesinde de yer alan Culhuacan-Chicomoztoc Dağı'nda da durakladı. Aztekler Meksika Vadisi'ne gelince, Chapultepec pınarları yakınlarına yerleşmek istediler.
Burada bir savaş daha yapıldı ve Huitzilopochtli düşman reisini öldürüp kalbini göl kıyısındaki bataklığa attırdı. Ama bataklığa atılan kalp, göçebe kabilenin daha sonra büyük piramitlerini yapıp başkentleri Tenochtitlan'ı kuracakları yere düştü. Burası efsanelerde, beyaz ardıçlarla ve söğütlerle kaplı bir alan olarak tarif edilir.
Anlatılanlara göre, bir derede beyaz yılanlar, kurbağalar ve balıklar yüzüyordu. Bir başka hikâyede suları kara ve sarı renklerde olan iki dereden söz edilir. Aslında bu görüntüler Historia Tolteca-Chichimeca'da yer aldığından, daha eski kaynaklardan alınmadır.
Aztekler sonunda bir kaya üzerindeki kaktüsün üstüne konmuş bir kartal gördüler. Bu, Huitzilopochtli'nin, kabilenin yerleşeceği kehanetinde bulunduğu ve uzun zamandır aradıkları noktaydı. Bu olay, Aztek takvimine göre "2 ev" yılında gerçekleşmişti ki, bu da Hıristiyan takviminde 1325'e tekabül ediyordu.
Bu efsanevi olaylardan ne anlam çıkarabiliriz?
Aslında Aztekler'in Meksika Vadisindeki ilk yılları çok farklı bir tablo çizmektedir. Aristokrat bir hükümdar ailesi olmayan barbarlar olarak aşağılanan ve diğer eski kentli topluluklar tarafından yenilgiye uğratılan kabile, sazlıklar arasına kaçmak zorunda kalmıştı. Ancak dirençli ve girişimci insanlardı.
1428 yılı geldiğinde kentli hayat biçimini benimsemişler ve Tetzcoco ile Tlacopanlar'la ittifak kurmuşlardı. Güçler dengesini ustaca dengeleyerek yaptıkları fetihlerle Tenochtitlan'ı Meksika'nın en korkulan ve en zengin kentine dönüştürmeyi başardılar. Hükümdar Itzcoatl çok geçmeden yeni bir tarihi kimlik belirleme ihtiyacını gördü. Toplanan meclis karanlıkta kalmış geçmişlerini, varolan kabile göç hikâyelerini, katlanılan aşağılanmaları ve saygın ataların eksikliğini gözden geçirdi: Bütün bunlar yeni imparatorluk statüsü için kabul edilemez şeylerdi. Eski belgeler yakıldı. Çok tanınmış efsanevi olayları içeren yeni ve "resmi" bir tarih hazırlandı, Huitzilopochtli tanrılaştırılmış Aztek koruyuculuğuna yükseltildi.
Bu "resmi" metinleri inceleyen araştırmacılar Aztlân'daki başlangıcın Guatemala, Meksika'nın içleri kuzeybatıdaki Michoacan ve kuzeyde New Mexico'ya yayılmış göç hikayeleriyle uyumlu olduğuna dikkat etmişlerdir. Olay uzak bir ülkede ya da kuzeyde bir gölde yeni bir çağ ile başlar. İnsanlar genellikle toprağın altından ya da sudan çıkarlar. Bir anlaşmazlık ya da savaş sonunda bir Tanrı ya da Tanrıça'nın önderliğinde göçe çıkılır. Göçen gruba başkaları katılır ve doğaüstü bir lider ya da ulak göç yolunu gösterir.
Böylece resmi Aztek göç hikâyesi de varolan örnekleri yansıtmaktaydı ve Aztlân da belirli bir coğrafi mekândan çok Aztekler'in yarattığı bir efsane mekânıydı. Bu neden Aztlân'ı bulma çağdaş çabalan hep başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Huitzilopochtli'nin "babasız" doğumu ve düşmanlarını öldürmesi, Aztekler'in "yasal" bir aristokrat soyun eksikliğini kapamak için konulan bir efsane olarak görülmektedir. Huitzilopochtli'nin zaferini kutlamak için Büyük Tenochtitlan Piramiti, efsanevi Coatepetl Dağı'nın simgesi olarak inşa edilmiştir. En tepede Mezoamerikan tarımsal Yağmur Tanrısı Tlaloc'un tapınağının yanında Huitzilopochtli'nin tapınağı vardı, aşağıda da Coyolxauhqui'nin parçalanmış cesedinin heykeli duruyordu. Aztekler böylece cesaret, gurur ve yıkıma odaklanan savaşçı kültürleri için bir esin kaynağı yaratmışlardı.
Ancak eski Meksika'da en azından İÖ l. binyılda orta yayla havzalarının kentli insanlarıyla kuzeyin kurak bölgelerinin kavimleri arasında ilişkiler olduğu gerçeği vardır. Aztekler'in bu geniş bölgeden oldukları düşünülebilir ve Aztekler kent hayat biçimine ne kadar alışmış olsalar da, geçmişlerini tümüyle unutacak insanlar değillerdi.
Bu nedenle Aztlân'ın araştırılması, bir zamanlar Birleşik Devletler'in güneybatı çölleri ile Meksika yaylaları arasında yaşayan pek çok toplum arasındaki kültür tipinin araştırması ve bu insanların eski ve çağdaş Meksika tarihine nasıl biçim verdikleri sorununun araştırılması olarak görülebilir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:19 pm

Etrüskler

Roma tarihinin en gizemli halklı hiç kuşkusuz Etrüsklerdi. Etrüsklerin tarihi ile ilgili onlar tarafından yazılan metinlerin olmayışı ve Roma döneminde yazılanların da çoğunun kaybolmuş olması Etrüskler hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olmamızı engellemektir. Aslında Etrüsklerle ilgili gizem daha Etrüsklerin adından başlıyor. Etrüsklerin kendilerine "Rasena" demelerine rağmen Romalılar onları "Tusci" ya da "Etrusci", Grekler de "Tyrhennes" diye adlandırıyorlar.
Etrüsklerin yaşadığı ve Etruria adı verilen bölge Orta İtalya’da kuzeyden güneye 250 km., doğudan batıya da 150 km tutan bir yerdi.


Etrüsklerin buraya nereden gelip yerleştikleri bilinmiyor. Bu konuda değişik varsayımlar var. En çok kabul gören görüş Etrüsklerin buraya sonradan yerleştikleri. Fakat Etrüsklerin nereden geldikleri konusunda bugüne kadar fikir birliğine varılabilmiş değil. Bu konuda ilk fikir beyan edenlerden biri de Herodotos’tur ve Etrüsklerin aslında kıtlıktan kaçıp yeni yerler bulmak üzere Etruria’ya göç eden Lydia’lılar olduklarını söyler:


"Kendileri anlatırlar ki, bugün gerek kendi ülkelerinde, gerekse de Yunanlılarda oynanan oyunları türetenler de kendileridir ve bu Etruria’nın koloni haline getirildiği zamana rastlar; bakınız ne anlatıyorlar bu konuda. Manes oğlu Atys zamanında kıyıcı bir kıtlık sarmıştı bütün Lydia’yı. Bir süre dişlerini sıktılar Lydia’lılar, sonra kıtlık sürüp gittiği için, çareler aradılar, her biri kendince bir çare sürdüler ileriye. Bu oyunlar, zar, aşık (kemiği) ve top oyunları, tavladan gayri, hepsi o zaman ortaya çıkmıştır; zira Lydia’lılar tavlayı biz bulduk demiyorlar. Bunları bulduktan sonra bakınız ne yapıyorlardı açlıklarını bastırmak için; yiyecek peşinde koşmayı unutmak için, iki günün birini oyuna veriyorlardı; ertesi gün oyunu bırakıp yemek yiyorlardı. On sekiz yıl boyunca böyle yaşadılar. Ama kötülük , azalacağı yerde kırımını büsbütün arttırınca kral Lydia’lıları ikiye ayırdı, ‘ Kim kalacak , kim gidecek kur’a çekilsin’ dedi, kaderin kalmak üzere ayırdıkları gene kendi hükmü altında bulunacaktı. Göç edecek olanlara da oğlunu veriyordu kral olarak, ki adı Tyrsenos’du. Böylece ülkeden çıkmak için üzere ayrılmış olanlar İzmir’e indiler, orada gemiler edindiler, işlerine yarayacak şeyleri yüklediler, bir yurt ve yaşama çaresi peşinde kıyı kıyı dolanıp sonunda Umbria’ya yanaştıkları güne kadar denizlerde gezdiler; orada kentler kurdular ve torunları bugün de orada oturmaktadırlar. Lydia’lı adını değiştirdiler, kendilerini yola çıkaran kral adını aldılar; yeni adları olan Tyrsen’ler sözünü onun adına göre üretmişlerdir." (I, 94)
Herodotos bunları MÖ beşinci yüzyılda yazmıştır. Ondan sonra gelenler için de de bu görüşü benimseyenler çoğunluktadır. Aslında günümüzde de Etrüskler’in Anadolu’dan göçtükleri tezi çok yandaş toplamaktadır. Etrüsklerin Anadolu’dan göçtükleri tezini savunanların gösterdikleri en önemli kanıt Lemnos (Limni) mezar stelidir. Etrüsklerin göçünün Herodotos’un anlattığı gibi olduğunu kabul edersek , aynı kavimden başka toplulukların da Anadolu’da kaldığını da kabul etmemiz gerekir. (Bunların mutlaka Lydia’lılar olması gerekmez.) Antik kaynaklarda adı geçen Tyrrhen’lerin bu geride kalan topluluk olduğu düşünülmektedir. Tyrrhen’ler Lemnos Adası’nı da zaptetmişlerdir. 1885 yılında Limni adasında, Kaminia köyünde bulunan bir mezar steli bir anda dikkatleri bu teoriye çekmiştir. Stelin üzerinde bir savaşçı resmi ile Etrüsk yazısına çok benzeyen bir yazı bulunuyordu. Bu stel MÖ yedinci yüzyıla tarihleniyordu ve adanın Atina’lılar tarafından MÖ 510 senesindeki zaptından çok önce idi.
Bunun dışında Etrüskler’in ölü gömme adetleri (Örneğin ahşap odalar), toplumsal hayatları (Örneğin kadına verdikleri önem) ve sanatları Anadolu’daki başka toplulukları hatırlatmaktadır.
Etrüsklerin Kuzey’den geldikleri, Hint-Avrupa’lı bir kavim oldukları yolunda teoriler de olmasına rağmen çok fazla yandaş bulamamışlardır. Etrüskler hakkında bir ilginç tez de Etrüsklerin Türk oldukları yolundadır. ******’ün tarih tezi doğrultusunda Etrüsklerin de Etiler ve Sümerler gibi Türk kökenli olduklarına inanılmıştır. ******’ün nezaretinde yazılan "Türk Tarihinin Ana Hatları" adlı kitapta bu konuya da değinilir:

"Özet şudur: Etrüskler, Türsenler, Türkalar Ege adalarında, Anadolu’da önceden oturmuş kavimlerdir. Bunlara Akalar, Ekeler, Etiler denildiğini biliyoruz."
Etrüsk Tarihinin Ana hatları
Etrüskler’in tarihine başlarken ilk söylenecek kuşkusuz Etrüskler’in Roma’dan dört asır önce İtalya birliğini sağlamaya çalıştıklarıdır.
MÖ. Sekizinci yüzyılda İtalya’nın güney kıyıları Grek tüccarlar tarafından iskan edilmişti. Grekler MÖ 750’de Cumae'yi kurarak kolonileşmeye buradan başlamışlardı. İtalya’nın kalan kısımlarında ise daha ilkel bir kültür vardı ve halk tarım ve hayvancılıkla geçiniyordu. Etruria diye anılacak topraklar üzerinde ise Villanova kültürü sürmekteydi. MÖ 700 yılı civarında Etruria şaşılacak bir gelişme göstermiş ve yüksek bir uygarlık düzeyine varmıştır. Etrüskler bu devirde Doğu ülkeleri ve Yunanistan ile büyük bir ticaret hacmine ulaşmışlardı. Etruria hammadde ve gıda maddesi ihraç edip işlenmiş ürünler ve lüks eşyaları alıyordu. Yapılan kazılarda da Etruria’da Yunan ve Doğu kökenli bir çok eşya bulunmuştur. Grek kolonileri ile ticaretin büyük bölümü deniz yolundan oluyordu, çünkü kara yolu Latin kabileleri tarafından kapatılmıştı. Bunun sonucu olarak Etrüskler denizde oldukça kuvvetlenmişlerdi.
MÖ Yedinci yüzyıla tarihlenen tümülüslerden çıkan eserler Etrüsklerin bu çağda büyük bir zenginlik içinde olduklarını ve uygarlık ve sanatta ilerlediklerini göstermektedir. Ayrıca buralarda Suriye, Urartu, Kıbrıs ve Grek kökenli eşyalar bulunması da Etrüsklerin bu devirlerde diğer ülkelerle olan ilişkilerini göstermektedir.
Etrüskler artık İtalya’da yayılma siyasetine de girişmişlerdi. Etrüskler ilk önceleri on iki şehir devletinden oluşan bir konfederasyon oluşturarak birleşmişlerdi. Adı geçen bu ilk şehir devletleri Arretium, Caere, Clusium, Cortona, Perusia, Populonio, Rusellae, Tarquinii, Vetulonia, Volaterra, Volcii ve Valsinii'dir. Daha önceleri Falerii ve Veii şehirlerinin de bu birliğe dahil oldukları tahmin edilmektedir.
MÖ Yedinci yüzyılın ikinci yarısında ise Etrüskler bölgede birlik sağlayıp Roma’ya kadar ulaşmışlardı. MÖ 616 yılında ise Etrüsk kökenli Tarquin sülalesi Roma’da yönetimi ele geçirmişti. Bu durum Roma’da Cumhuriyet’in kuruluşuna, yani MÖ 510 senesine kadar devam edecekti.
MÖ. Altıncı yüzyılda ise Etrüskler bölgede büyük bir güç oluşturmuşlardı. Roma yazarları da Etrüsklerin parlak zamanlarını tanırlar. Titus Livius Etruria için "Tanta opibus Etruria erat ut jam non terras solum sed mare etiam per totam Italiæ longitidunem ab Alpibus ad fretum siculum fama nominis sui implisset / Etruria o kadar kudretli idi ki, yalnız karada değil denizde de, Alpler’den Messina Boğazına kadar, bütün İtalya boyunca şöhreti yayılmıştı." diye yazmıştır. (Ab Urbe Condita I, 2)
Bu dönemler İtalya’da ve Roma’da Grek etkisinin en yoğun olduğu dönemlerdir. İşte bu dönemde Grek kültürü bölgeye tam olarak nüfuz edebilmiştir. MÖ 550 yılı civarında Roma büyük bir Etrüsk şehri görünümünü almıştı. Arkeolojik veriler de bunu desteklemektedir. Bu dönem Roma sanatı Toscanyalı bir karakter almıştı ve yazıtlardan anlaşıldığı kadarı ile Latince’nin yanında Etrüsk dili de konuşuluyordu. Capitol’deki tapınak ise Etrüsk karakterinde idi. Şehir büyük bir refaha kavuşmuştu. Mezarlardan çıkan altın, gümüş, fildişi eserler, bulunan Grek eserleri, şehirciliğin, özellikle de lağım sisteminin gelişmiş olması bunun göstergelerindendir.
Etrüsklerin bu yayılma siyaseti kaçınılmaz olarak Grekler’le karşı karşıya gelmelerine neden oldu. Aslında Etrüskler daha önce Korsika kıyılarında Grekler’le çatışmışlardı ve yeni bir savaş kaçınılmazdı.
MÖ 565 senesinde, Korsika’nın doğusunda, Etruria’nın tam karşısında Alalia şehri kurulmuştu. MÖ 545 senesinde ise Pers akınlarına dayanamayarak buraya kaçan Foçalılar Etruria için tehlike oluşturuyordu. Etrüskler bunun üzerine Grek yayılmasından endişe duyan Kartaca ile ittifak kurdular. Aristo Politika adlı eserinde buna değinmektedir. (III, 9, 36):

"Devlet, bir karşılıklı koruma sözleşmesinden ya da mal ve hizmetleri değiş tokuş etmek için yapılan bir anlaşmadan da fazla bir şeydir; çünkü öyle olsaydı, Etrüskler, Kartacalılar ve birbirlerine sözleşmeden kaynak olan yükümlülüklerle bağlı bulunan ötekileri tek bir devletin yurttaşlar saymak gerekirdi. Elbette bunların arasında ticaret anlaşmaları, saldırmazlık sözleşmeleri ve bağlaşmalarını tanımlayan yazılı belgeler vardır. Fakat bu tek bir devlet, tek bir yurttaşlıktan çok farklıdır."
Kaçınılmaz savaş MÖ 540 senesinde Alaia’da patlak verdi. Herodotos bu savaşı ve öncesini şöyle anlatır:

"Phokaia’lılar (Foça’lılar) Kyrnos’a (Korsika’ya) vardıkları zaman beş yıl, oraya ilk olarak yerleşmiş olan kolonlarla ortak yaşadılar, tapınaklar kurdular. Bütün çevrede çapul yaptıkları için, Etrüsk’ler ve Kartaca’lılar aralarında anlaşarak, bunlara karşı yürüdüler. Bir deniz savaşı oldu; bu Phokaia’lılar için bir çeşit Kadmos yenilgisiydi, zira gemilerinin kırk tanesi batmış, kalan yirmisinin de mahmuzları kırılmış, işe yarar hali kalmamıştı. Alalia’ya dönerek kadınlarını ve çocuklarını aldılar, eşyalarından gemiye yüklenecek ne varsa hepsini yüklediler, sonra Kyrnos’u bırakarak Rhegium’a gittiler." (I, 166)
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:20 pm

Savaş Etruria - Kartaca ittifakının zaferi ile bitmişti. Fakat Etruria bu zaferden Kartaca kadar yararlanmasını bilemedi, bundan yararlanan Kartaca oldu. Böylece Etrüsler’in denizdeki hareket sahaları güneyde Yunanlılar doğuda Kartacalılar tarafından kısıtlanmış oldu.
MÖ Altıncı yüzyıl boyunca Etrüsk yayılması kuzeye doğru da gerçekleşti. Kuzeyde daha Villanova kültürünü yaşayan halklar bulunmaktaydı. Buralarda yapılan kazılar, bu yayılmadan sonraki Etrüsk etkisini açıkça göstermektedir. Bunun sonuçlarından biri de kuzeydeki verimli topraklar sayesinde Etruria tarım ürünleri deposu haline geldi. Kuzeye doğru ticarette çok gelişmişti. Kelt ülkelerinde yapılan kazılarda Etrüsk ve İtalya kökenli eşyaların çıkması bu ticaretin ne kadar geliştiğini göstermektedir.
Bu yüzyılın sonunda Etruria gücünün doruğuna ulaşmıştı. Etrüsk hanedanının Roma’dan kovulması da bu zamana rastlar. Titus Livius bu olayı şöyle anlatır:
Roma Etrüsk hanedanından kurtulduktan sonra saldırıya da geçmeye başlar. MÖ 496 da Latium bölgesinde hegemonya sağladıktan sonra MÖ 485 - 474 seneleri arasında Veies ile savaşır. MÖ 474 ‘te üstünlük Roma’ya geçmiştir.
Aynı yıl Etrüsk donanması Cumae’de büyük bir bozguna uğrar. Sicilya’lıların da yardımı ile Cumae’liler Etrüsk donanmasını yok ederler. Roma’nın kaybı ile karayolunu kaybeden Etrüskler’in donmanın kaybı ile de güneye ulaşmaları iyice olanaksızlaşır. Bu arada Pers baskısı İtalya’daki Grek ticaretinin gerilemesine de yol açmaya başlamıştır. Bunun sonucu olarak bu döneme ait mezarlarda Grek eserleri oldukça azalmıştır. Etruria artık giderek fakirleşerek içine kapanmaya başlamıştır. Samnitler’in istilaları ise Etrüskler’i iyice zayıflatır.
Roma - Veies savaşı MÖ 438’de yeniden başlar ve MÖ 395 de Roma’nın kesin Zaferi ile noktalanır. Bundan sonra Roma Etruria topraklarında ilerlemeye başlayacaktır.
Bu arada Etrüskler için yeni bir tehlike doğmuştur; bu Kuzeyden gelen Keltlerdir. Keltler’in savaş biçimlerine alışkın olmayan Etrüskler topraklarını Keltler’e kaptırmaya başlarlar. MÖ 350’de Mediolanum (Milano) bir Kelt şehri olarak kurulur.
Keltler MÖ 390’da Capitol’e kadar ulaşmışlardır. Kuzeyde Keltler, güneyde de Romalılar arasında kalan Etrüskler, Roma’nın Kelt istilaları altında zayıflamasını fırsat bilerek son bir çaba da bulundularsa da başarılı olamazlar.
MÖ dördüncü yüzyılın ortalarında Etrüsk İmparatorluğu artık bir hatıra olmuştur. Etrüskler iyice sıkışıp güçlerini kaybetmişlerdir. MÖ 293 yılında Keltler’in Roma tarafından bozguna uğrayıp İtalya’yı terketmesi ile bölge Roma’ya kalmıştır. Bir birlik sağlayamayan Etrüsk toplulukları ise Roma önünde düşmeye başlar. MÖ 280’de son Etrüsk toplulukları olan Vulci ve Volsini’lerin bozgunu ile Etruria tarihten silinir. Buna rağmen Etrüsk halkı varlığını daha uzun seneler sürdürecektir.
Romalılar Etrüsk halkını da Romalılaştırmaya başlar. Eski Etruria’dan Via Aurelia, Via Clodia, Via Cassia gibi önemli yollar geçmeye başlar. Etrüskler Roma hakimiyeti altında sakin yaşamaya başlarlar.
MÖ 91 senesinde Roma lejyonları yanında yer alan Toscanlar Lex Julia ile şehir olma hakkını kazanırlar. Marius ile Sylla arasındakiş iç savaşta ise Etrüsk şehirleri Marius’un tarafını tutarlar. Sylla’nın kazanması ile Etrüsk şehirleri şiddetli bir şekilde cezalandırılırlar.
Artık Etrüsk kültürü de silinmeye başlamıştır. Hristiyanlığın ilk zamanlarında bölgede Etrüsk dili yerini tamamen Latince’ye bırakmıştır. Ve böylece Etrüskler tarih sahnesinden çekilirler.

Etrüsklerin İnançları
Din Etrüskler’in hayatında büyük bir yer tutmakta idi. Titus Livius onlar için "Gens eo magis dedita religionibus quod excelleret arte colendi eas" demektedir.
Etrüsklerin inançları, doğal olarak dillerine oranla daha iyi bilinmektedir. Latin yazarları onların dini hakkında yeterli olmasa da bilgi aktarmışlardır. Etrüsklerin dini "vahiy edilmiş" bir din idi. Latin yazarları bu yönde bilgiler vermişlerdir.
De Divinatione adlı eserinde Çiçero bunu ilginç bir şekilde anlatır:

Çok eski zamanlarda (Diğer yazarlar Tarquinia’nın kurucusu Tarchon zamanı diye belirtirler.) bir köylü (belki de Tarchon’un kendisi) toprağı sürerken topraktan bir çocuk fırlar. Tages adındaki bu yaratık çocuk görüntüsünde olmasına rağmen kendinde bir yaşlı adama yakışan bir bilgelik vardır. Etruria’nın her yerinden toplanırlar ve Tages de Etrüskler’e Haruspici (Kurbanın karaciğerine bakarak fal) sanatını ve dinin esaslarını açıklar.
(Tages quidam dicitur in agro Tarquiniensi cum terra araretur et sulcus altius erat impressus , exstitisse repente et eum affratus esse qui arabat . Is autem Tages, ut in libris est Etruscorum, puerili specie dicitur visus sed senili fuisse prudentia… Tum illum plura locutum multis audientibus qui omnia ejus verba exceperint litterisque mandaverint… De Divinatione II,23)
Bu efsanede dikkat çekici yönlerden biri de Tages’in anlattıklarını dinlemek için Etruria’nın her yerinden gelip toplanmalarıdır. Burada bu dinin Etrüskler arasında bağlayıcı olduğunu ve "milli" bir din olduğunu görüyoruz.
Başka yazarlar göre bu "vahiy"in bir bölümü bir peri olan Vegoia (ya da Begoe) tarafından Etrüskler’e bildirilmiştir. Bu peri ayrıca yıldırımları de yorumlamayı öğretmiştir. Bu bilgileri kapsayan Libri Vegonici Augustus zamanından itibaren Palatin’deki Apollon tapınağında saklanmıştır.
Etrüskler’in kutsal kitapları bunlarla da bitmemektedir. Etrüskler’in din esaslarını içeren kitapları üç başlık altındadır:
Libri Haruspicini kurbanın ciğerine bakarak kehanette bulunma sanatını anlatır.




Libri Fulgurales yıldırımları yorumlamayı öğretir. Etrüskler’de on bir çeşit yıldırım vardır ve sadece dokuz tanrı yıldırım atabilir. Bunlardan sadece Jupiter-Tania üç çeşit yıldırım gönderebilirdi. Etrüskler yıldırımları inceleyebilmek için gökyüzünü on altı bölüme ayırmışlardı ve gözlemlerini buna göre yapıyorlardı. Her bölüm bir ya da bir kaç tanrıya aitti . Böylece yıldırımı hangi tanrının gönderdiğini anlayabiliyorlardı. (Aynı şekilde Babilliler de gökyüzünü dört bölüme ayırmışlardı.)
Libri Rituales ise çok daha geniş kapsamlı idi. dini esasların yanında devletlerin bireyler gibi yaşamı , şehirlerin ve tapınakların kurulması, ordu ve devlet düzeni gibi konuları da içeriyordu. Ritüel kitapları arasına Mısır’ın Ölüler Kitabı’na benzeyen Libri Acheruntici’yi ve mucizelerden söz eden Ostentaria‘yı da katabiliriz.
Etrüsk dininin özelliklerinden biri de sadece rahiplerin tekelinde olması idi. Rahipler soylu ailelerden seçilir ve toplumda etkili olurlardı .Bütün bu kitaplara rağmen unutulmaması gereken bir nokta da Etrüsk dininin sözlü olarak aktarılması ve inisyatik bir karakteri olmasıdır. Bu kitapların MÖ. 1inci yüzyılda yazıya geçirildiği tahmin edilmektedir. Nigidius Figulus ve Tarquitus bunları Latince’ye tercüme etmişlerdir.
Etrüsk tanrıları da Roma inançlarına geçmişlerdir. Ancak belge eksikliğini ve Grek etkisini de hesaba katarsak Etrüsk panteonunu tam olarak belirlemek çok zordur.
Panteonda en önemli yerlerden biri Tinia’ya aittir. Tinia, Roma’lıların Jupiter’i (birçok kaynakta Jupiter-Tinia diye geçer) ya da Grekler’in Zeus’u ile bir tutulur. Ancak onlardan farklı olduğu bellidir. Roma Junon’u ile bir tutulan Uni ve Menerva ile bir üçlü meydana getirir. Etrüsk krallar zamanında bu üçlü Roma’ya da girmiştir. Roma’da da diğer kültürlerde olduğu gibi üç tanrı için kurulmuş tapınaklar vardı.Etrüskler’e göre bir şehir kurulduğunda bu üçlüye tapınak yapılmamışsa, o şehir dini kurallara uygun olarak kurulmamış demektir.
Panteondaki önemli tanrılardan biri de Vertumnus’tur. Köken olarak Volsinii kökenli olup sonradan Romalılara da geçmiştir. Ünlü Latin şairi Propertius Vicus Tuscus yakınlarında heykelini gördüğünü belirtir. Propertius’a göre Bahçe ve ürün tanrısı idi. Propertius ona Volsinii’yi terkettiğini fakat üzülmediğini söyletir:
Tuscus ego, Tuscis orior nec pænitet inter prœlia Volsinios desruisse focos.. (IV. Kitap)
Etrüsk tanrılarından biri de Fufluns idi Etrüsler’in şarap tanrısı olan Fufluns zamanla Grekler’in Dionisos’unun karakterini almıştır . Diğer bazı tanrılarda olduğu gibi başlangıçta Etrüsk kökenli olan bu tanrı grekler ile olan ilişkiler sonucunda, özellikle de Dionisos törenlerinin buralarda yayılmasını takip ederek Dionisos’un özelliklerine de sahip olmuştur. Etrüskler’de, özellikle törenleri ile popüler olan bu tanrı için yapılan ayinler zamanla seks alemlerine dönmüştür. Titus Livius bu adetlerin zamanla Roma’ya da geçtiğini söyler:

Bu bela Etruria’dan Roma’ya bir salgın gibi geçti.
Hujus mali labes ex Etruria Roman veluti contagitione morbi penetravit. (XXXIX , 9, 1)
Etrüskler’in ateş tanrısı ise Sethlans idi. Bazı yerlerde Grekler’in Hermes’ine benzer bir tanrı olan tüccarların koruyucusu, ölülere yol gösteren Turms’a benzer bir tapımı vardı. Bir başka ateş tanrısı ise Romalılar’ın Vulcanus’una benzeyen Velchans idi. Velchans daha korkulan bir tanrı idi.
Etrüskler’in savaş tanrısı ise yıldırım atan tanrılardan Maris idi.Ares’in hikayesi Etruria’da yayıldıktan sonra Maris Turan’ın aşığı oldu .Turan Roma’nın Venus’üne benzeyen aşk tanrıçası idi. Etimolojik olarak Grekçe turannov (tiran, kral, kraliçe anlamında) ile aynı kökten geldiği düşünülmektedir. Gösterimleri Afrodit’e benzemektedir.
Grekler’in Apollon ve Artemis’i ise Etrüsk panteonunda Aplu, Apulu, Aplum , Artemes, Aritimi, Artumi, Artimnes adları ile bulunmaktadır.
Diğer tanrılar arasında Saturnus’a eşdeğer Satre de vardı. Satre için yapılan vahşice kurban törenleri tapımının en belirgin özelliği idi.
Dikkat çeken Etrüsk adetlerinden biri de Titus Livius’un yazdığına göre, Etrüskler’in her geçen sene için Nortia tapınağına bir çivi çakmaları idi. Bu adet daha sonra Romalılar’a da geçmiştir. Roma’da da her sene Eylül ayında praetor maximus Capitol Jupiter’inin bölmesinin duvarına çivi çakardı.
Etrüsk inançlarında yarı tanrılar ve doğa ruhları da önemli bir yer tutardı. Aynalarda ve bronz tabletlerde Turan’a eşlik eden çıplak perilere rastlanmıştır. Lases adı verilen bu perilerin bazen Tinia ve Minerva’ya da eşlik ettikleri de görülmüştür.
Etrüskler’in öteki dünya hakkında da inançlar geliştirmişlerdir. Sanat eserlerinin büyük bir bölümü öteki dünya kültünün bir parçası olarak oluşturulmuştur. Elimizde yazılı metinler olmasa da ölülerle beraber konulan eşyalardan, yapılan resimlerden , kabartmalardan öteki dünya inançları hakkında bir fikir sahibi olabiliyoruz. Etrüsk inançlarına göre ölen kişinin ruhu kanatlı cinler tarafından öteli dünyaya götürülürdü. Bu tema bir çok mezar odasındaki resimlerde işlenmiştir. Burada oyunlar oynanıp ziyafetler veriliyordu. Burada Etrüskler’e özgü bir çok cin vardı. (Bazen kader kitabını açan Culsu ve Vanth gibi.) MÖ dördüncü yüzyıldan itibaren ise bu resimlerde öteki dünyanın efendileri de gösterilmeye başlanmıştır. Bunlar Greklerden alınan Eita (Hades) ve Phersipnai (Persefone)'dir. Bu yüzyıldan itibaren öteki dünyanın tasvirleri de değişmeye başlamıştır. Burası artık eziyet çekilen korkunç bir yer olmaya başlar. Charus ve Tuchulcha adında iki korkunç cin de tasvirlerde yer alır. Etrüsk Krallığı çökmeye yaklaştıkça tasvirler daha da korkunçlaşır.
Romalılar Etrüskler’in inançlarından mundus kavramını da almışlardır. Mundus öteki dünya ile bu dünya arasında geçişi sağlayan bir çukurdur. Mundus sözcüğünün de Etrüsk dilinden geldiği düşünülmektedir. Etrüsk aynalarında görüntü tanrıçası Munqu’nun adı geçer. Zaten Latince’de de mundus sözcüğünün ilk anlamı kadın görüntüsü demektir (Diğer anlamları da Gökyüzü ve Dünya). Roma inançlarına göre religiosi denilen günlerde Mundus açılıyordu ve ruhlar buradan bu dünyaya geliyorlardı.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:24 pm

Girit UygarLıgı


Yunan kültürüne etki eden en büyük merkezlerden biri olan Girit adası'nda gelişen medeniyetin adıdır. Minos uygarlığı olarak da bilinir.
Batı, Rönesans ile beraber Yunan düşüncesini keşfettikten sonra Yunan uygarlığı üzerine birçok araştırmalar yapılmış, 19. Yüzyıldan sonra da sistemli kazılara başlanmıştı. Ancak Girit ve çevresi 19. Yüzyılın sonuna kadar ihmal edilmişti. Burada araştırmalar yapan ilk isim, ünlü Heinrich Schiliemann idi. Efsanelerden yola çıkan Schiliemann, Girit’te kazı yerleri belirlemiş fakat bu çalışmalar Schiliemann’ın ölümü nedeniyle gerçekleşmemişti.
Girit’te ilk kazıları yapan en önemli kişi Sir Arthur Evans’dır. İlk yazı örnekleri üzerine araştırmalar yapan Evans, Girit’e geldikten sona buradan ayrılamamış ve ilk kazıları başlatmıştır. Knossos’da kazılara başlayan Evans buradaki kalıntıların yanı sıra birçok da yazılı tablet bulmuştur. Ünlü sarayı da bulan Evans, daha sonra adanın birçok yerinde kazılar yapmıştır. Evans dışında birçok arkeoloji ekipleri de 20. yüzyıl içinde Girit’te kazılar yapmış ve birçok buluntuyu gün ışığına çıkarmışlardır.

Tarihi

Günümüzde de Girit kronolojisi, bütünüyle olmasa da, Evans’ın yaptığı çalışmalara dayanmakta ve onun terminolojisini kullanmaktadır.

Neolitik dönem (MÖ 6000 - 2600)
Girit, Paleolitik dönem boyunca iskan edilmemiş gibi gözükmektedir. Paleolitik döneme ait hiç bir arkeolojik buluntuya rastlanmaması ve adanın neolitik kültürüne ait keramiklerin, Anadolu'da üretilenlerle belirgin benzerlik göstermesi nedeniyle adaya ilk yerleşenlerin Anadolu’dan geldikleri ve adada Neolitik dönemin bu şekilde başladığı kabul edilmektedir. Bu dönemde konut inşaatı ve alet kullanımı gelişmiş ve ilk ana tanrıça idolleri ortaya çıkmıştır. Ayrıca bu dönemde Girit çevresindeki adalarla, Anadolu, Yunanistan, Mezopotamya ve Mısır ile ticari ilişkiler içine de girmeye başlamıştır.

Eski Minos Dönemi (MÖ 2600 - 2100)
Bu dönem aynı zamanda adada ilk metalin kullanıldığı zamanlardır. Evans’a göre adada ilk metal kullanımı buraya kaçan Mısır’lılar tarafından başlatılmıştır. Ancak bu görüş zamanla terk edilmiş ve adadaki metal kullanımına geçişte kaynağın Anadolu olduğu anlaşılmıştır. Böylece adanın doğu bölümünün de uygarlaşmada Anadolu ile bir köprü teşkil ettiği görülmüştür. Bu dönemde Girit çevresindeki adalarla da ticaret ilişkilerini geliştirmiştir. Bu da büyük ölçüde Girit’in denizcilikte, bölgedeki diğer uygarlıklara göre ileri olmasından kaynaklanmıştır. Bu dönemin sonuna doğru Knossos önem kazanmaya başlamıştır.

Orta Minos Dönemi (MÖ ~ 1600 - 1400)
Bu dönemde Girit Uygarlığında hızlı bir ilerleme kaydedilmiştir. Bu dönemin en önemli özelliği Anadolu ile olan ilişkilerin zayıflaması, buna karşılık Mısır ile olan ilişkilerin kuvvetlenmesidir. Buna bağlı olarak Girit’in Doğusu zamanla önemini kaybetmiş ve orta kısımlar kuvvetlenmeye başlamıştır.
Girit Kronolojisinde bu dönem sarayların yapımına göre Eski ve Yeni Saraylar Devirleri olmak üzere ikiye ayrılır.
Eski Saraylar Devri MÖ 2000 ile 1700 yılları arasına tarihlenir. Bu dönemde Girit yüzünü Ege adaları ve Mısır’a çevirmiş ve buralarda yoğun ekonomik ilişkilere girmiştir. Öte yandan Anadolu ile olan ilişkiler zayıflamaya başlamıştır. Ekonominin ağırlığının doğudan orta bölgelere kayması da bu dönemde hızlanmıştır. MÖ 2000 yılında adanın Doğu bölgesinde, Mallia’da inşa edilen bir sarayın 1900’de itibaren kullanılmamaya başlanması bu bölgenin ekonomik gerileyişi hakkında da ipuçları vermektedir. Eski Saraylar devrinde Orta Girit’te bulunan iki şehir ön plana çıkmıştır. Bunlardan birincisi Ege adaları ile ticareti geliştiren Knossos öteki de Mısır ile ticareti geliştiren Paestos’dur. Bu şehirlerdeki ekonomik zenginlik kalıntıları gün ışığına çıkartılan saraylarla da ortaya konmuştur. Her iki şehir arasında zaman zaman çekişmeler olsa da Knossos üstünlüğünü ortaya koymuştur. Bu dönemin sonunda bölgedeki binalarda bir yıkım göze çarpmaktadır. Bu yıkımın kaynağı büyük bir olasılıkla adaya dışarıdan gelen istilacılar olmakla birlikte daha araştırılmaktadır.
Yeni Saraylar devrinde ise, Girit uygarlığı sanki hiç bir kesintiye uğramamış gibi devam etmektedir. Knossos’da, Phaestos’da ve Mallia’da yeni saraylar inşa edilmiş, eskileri de onarılmıştır. Bu dönemde Girit şehirleri arasında rekabet devam etmiş de olsa Knossos her bakımdan üstünlüğünü ortaya koymuştur.

Yakın Minos Dönemi (MÖ ~ 1600 - 2100)
Bu dönem Knossos Krallığının egemen olduğu dönemdir. Evans bu dönem uygarlığını, efsanevi kral Minos’dan ötürü, Minos uygarlığı diye adlandırmayı uygun bulmuştur. Bu dönemde Knossos’da Minos diye bir kralın bulunduğuna dair tarihi belgeler yoktur, ancak MÖ 1700-1400 yılları arasında hüküm süren bir hanedanın krallarının Minos ya da buna benzer bir isimle adlandırıldığı düşünülmektedir. Bu dönemde Girit’in büyük bir deniz üstünlüğüne sahip olduğu bilinmektedir. Thukydides bu konuda şöyle yazmaktadır: “ Geleneğe göre bir donanmaya ilk olarak Minos sahip oldu ; bugün Yunan Denizi adını verdiğimiz şeyin büyük bir kısmına gücünü kabul ettirdi ; Kyklades adalarına boyun eğdirdi ve Karia’lıları kovduğu bu adalarda ilk olarak koloniler kurdu; adalara vali olarak öz oğullarını yerleştirmişti ; ayrıca vergilerin toplanmasını daha kolayca sağlamak amacıyla korsanlığı elinden geldiğince ortadan kaldırdı.” (Peloponnesos Savaşı 1,4)
Knossos ayrıca, bu dönemde diğer Ege adalarına hükmetmeye başlamış ve gücünü Yunanistan’a , anakaraya kadar genişletmiştir. Mısır’da, 18. sülale de Keftiu ülkesine yani Girit’e hediyeler göndermiştir. Ancak Girit uygarlığının sonu MÖ 1400 yılına doğru bir yıkımla gelmiştir.Bu dönem saraylarında, yapılarında bir yangın izine rastlanmaktadır. Yıkımın nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte dışarıdan gelen bir istila ya da içeriden bir ayaklanma olasılıkları tartışılmaktadır. Bu yıkımdan sonra ise gelen Akha istilaları adayı Helenleştirmiş ancak uzun yıllar boyunca eski kültürü ve dili koruyanlar olmuştur. Daha sonraları Miken egemenliğine giren Girit MÖ 1100 yıllarında da Dor hakimiyeti altına girmiştir. Bu dönemde bir kere daha yakıp yıkılan Girit artık bir Yunan şehri olarak eski, görkemini kaybetmiştir.

Girit ile ilgili efsaneler

Klasik Yunan Mitolojisinde Girit ile ilgili anılar yerini mitoslara bırakmış ve burası ile ilgili değişik mitler oluşmuştur. Bunlardan en önemlisi Minos ile ilgili olan mitlerdir.
Minos adının belli yaşamış bir krala mı ait olduğu yoksa Midas, Cæsar gibi yaşamış kişilerden alınan bir unvan mı olduğu tartışmalıdır. Ancak mitolojik öykülerde Girit dönemini anlatmak için kullanılmaktadır. Mitolojide de Minos boğa kültünden ayrı olarak geçmez. Mitolojiye göre Minos Zeus ile Europe’nin üç çocuğundan biridir. Minos efsanesini Azra Erhat şöyle anlatır: “ Minos Girit tahtına çıkmak isteyince üç kardeş arasında kavga kopmuş, ama Minos tanrıların kendisinden yana olduklarını ileri sürmüş, bunu kanıtlamak üzere de Poseidon tanrıdan bir dilek dilemiş, denizden bir boğa çıkarmasını istemiş ve bu boğayı da gene tanrıya kurban etmeye söz vermiş. Dilediği gibi olmuş, denizden köpükler gibi ak bir boğa çıkagelmiş. Minos boğayı almış, tahta oturmuş ama hayvanı tanrıya kurban etmeyi unutmuş. Güzelim ak boğayı sürülerinin arasına damızlık olarak göndermiş. Bu duruma çok kızan deniz tanrı, ak boğayı Minos’un başına bela etmiş; bir efsaneye göre de hayvan kudurmuş , ortalığı kasıp kavurduğu bir sırada Herakles’in elinden öldürülmüş, ama iş bununla da kalmamış, kralın karısı Pasiphae bu boğaya doğadışı bir aşkla tutulmuş ve onunla birleşmiş. Kral Minos güneş tanrı Helios’un kızlarından Pasiphae ile evlenmişti. Bir zamanlar Europe gibi boğaya vurulan Pasiphae ak boğayla birleşebilmek için Daidalos’a bir inek heykeli yaptırır, içine girer ve gebe kalarak Minotauros’u doğurur. Ondan sonra da doğurur. Ondan sonra da Girit sarayının yaşamı karmakarışık olur. Helios döllerinin hepsi gibi Pasiphae de büyücüdür, seviştiği boğayı öldürttü diye Minos’u büyüler, yatağından yılanlar, çıyanlar, akrepler çıkmasını sağlar. Bunlar işi çapkınlığa vuran Minos’un yatağına giren her kadını sokup öldürmekteymişler.“
Minos hakkında anlatılagelen bu efsaneler de Minos’un Yunan mitolojisinde Midas’a benzer bir yer aldığını göstermektedir. Bu efsanede boğa kültünün önemi de dikkat çekmektedir. Burada Minos’un boğayı kurban etmemesi ve sonrasında da bu boğayı öldürmesi sonucu bir tür lanetlenme ile karşı karşıya kalması anlatılmaktadır. Başka bir efsaneye göre de bu yılanların,çıyanların ve kreplerin Minos’un sperminden çıkması , Girit kraliyet soyuna karşı da bir tepki olduğunu göstermektedir.
Pasiphae’nin, Helios soyundan olması ve büyücü olması boğa ile ilintili ay kültü ile güneş kültü arasındaki bir karşıtlığı yansıtmaktadır. Bütün bunların yanında Minos, Yunanlılara göre halkının üzerinde adil ve düzgün bir şekilde hüküm sürmüş bir hükümdardır.
Minos’un hükümdarlığı da, doğu kültürlerinde olduğu gibi tanrısaldır. Minos da kanunları Zeus’un iradesi ile yapmaktadır. Bunu kanıtlamak için de her dokuz yılda bir İda mağarasına gitmektedir ve burada tanrısal ilhamı da almaktadır. Minos’un mitolojide birçok yere gitmiş olması da Girit kolonilerinin buralara uzandığını göstermektedir. Minos ile ilgili en ünlü efsanelerden biri de yukarıda kısaca sözü geçen Minotauros efsanesidir.
Azra Erhat , Mitoloji Sözlüğü’nde Minotauros’u şöyle anlatır: “ Adı Minos’un boğası anlamına gelen Minotauros insan bedenli boğa başlı bir canavarmış. Tanrı Poseidon’un kral Minos’a gönderdiği bir boğa ile Minos’un karısı Pasiphae’den doğmaymış. Minos bu korkunç yaratığı saklamak için mimarı Daidalos’a Labyrinthos sarayını yaptırmış. Theseus Minos’un kızı Ariadne’nin yardımı ile Minotauros’u öldürmüş. Minotauros Girit sarayında derin izler bırakmış olan Girit’e özgü bir boğa kültünün simgesi olsa gerek. “
Aslında bu efsane çok önemli ipuçları da vermektedir. Minotauros sadece Minos’un boğası anlamına gelmemekle birlikte bir bileşik isim olarak Boğa Minos anlamına da gelmektedir. Eğer Minos’u bir unvan olarak düşünürsek Boğa Kral gibi bir anlam kazanabilir. Bu ise daha eski dönemlerden kalan bir unvanı ya da bir tapınakta duran bir Boğa-tanrı heykeli ile ilişkili bir kültü düşündürtmektedir.

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:25 pm

GİRİT’TE MİNOS DÖNEMİ İNANÇLARI


Bütün eski topluluklarda olduğu gibi Girit’te de din toplumsal hayatta önemli bir yer tutuyordu. Yapılan kazılar önemli dini merkezleri ortaya çıkartmış ve dönemin inançları hakkında bilgi vermiştir. Ancak o dönemlerden kalan yazılı belge eksikliği nedeniyle bazı dinsel törenlerin içeriği tespit edilememiş , sembollerin açıklanması tam olarak yapılamamış ve Girit halkının dini yaşayışları tam olarak açıklığa kavuşmamıştır.
Girit’te de Anadolu’da olduğu gibi ilk zamanlarda anaerkil bir kültün var olduğu bulunan ana tanrıça figürlerinden anlaşılmaktadır. Araştırmalar Girit’te birçok farklı ana tanrıça kültünün de varlığını göstermiştir.
Girit dininin en büyük özelliği yaygın sembol kullanımıdır. Bugün tamamı çözülmemiş olsa da birçok sembolün tanrısal kuvvetleri simgelemek için kullanıldığı tespit edilmiştir.
En sık rastlanılan sembollerden biri boynuz çifti idi. Boğa kültünün yaygın olduğu bir yerde boynuz sembolizminin olması da doğaldır. Ayrıca doğuda olduğu gibi yukarı bakan boynuz çiftinin ay kültü ile de ilişkili olduğu düşünülebilir.
Sık rastlanan bir başka dini sembol de , klasik dönem boyunca da Zeus’un simgesi olarak önemini koruyacak olan çift başlı baltadır. Çeşitli törenlerde tören aleti olarak gördüğümüz çift başlı balta çeşitli dini betimlemelerde de yer almaktadır .
Çift başlı balta ilginç bir etimolojiye de ışık tutmaktadır. Yunanca da labr…j / labris diye adlandırılan çift başlı balta LabÚrinqoj/Labirent sözcüğünün kökeninde bulunmaktadır. Knossos sarayına eskiden LabÚrinqoj denildiği düşünülürse bu ismin bu sarayda sık sık sembolü bulunan çift başlı baltadan geldiği düşünülebilinir. Bu sözcükten türeme sıfatların klasik çağda Zeus’a da verildiğini görmekteyiz.
Girit dinine ait bir ilginç sembol de haçtır. Haç tekerlek ya da gamalı haç olarak bazen de başka görüntülerle resmedilmekteydi. Alexiuo “ en akla yakın teoriye göre , haç ve tekerlek , yıldız ve güneşi simgeliyordu . Haçın kolları güneşin veya bir yıldızın ışınlarını , tekerlek de , ilkel insan tarafından göğü boylu boyunca kateden bir arabanın tekerleği olarak düşünülen güneş kursunu temsil ediyordu.” demektedir. Bizim görüşümüze göre haçın daha derin bir sembolizmi vardır ve diğer doğu dinlerinde de görülen bu sembolizmin açıklanması başka bir çalışmanın konusudur.
Diğer ilkel dinlerde olduğu gibi burada da fetişizme ait buluntular mevcuttur. Yapılan kazılarda , halkın üzerlerinde çeşitli idoller taşıdıkları , göktaşlarını ve bazı özel taşları bir kült nesnesi olarak kullandıkları tespit edilmiştir.
Girit uygarlığının ilk çağlarında çıplak kadın figürleri sık kullanılan idoller arasındaydı. Ayrıca bu dönemlerde çan biçimli idoller de sık kullanılıyordu.
Eski Girit dininde ağaç ve hayvan kültleri de önemli bir yer tutmaktadır. Bir çok yerde kutsal ağaçlar olduğu , ve bunların yanında kült merkezlerinin oluşturulduğu bugün bilinmektedir.
Bazı dini tasvirlerden görüldüğü üzere kutsal ağaçlar çitle çevriliyor ve buralarda dini ayin yapılıyordu. Törenin tam olarak nasıl olduğu tam bilinmemekle birlikte töreni gerçekleştirenlerin ağaca dokundukları , etrafında dans ettikleri tespit edilmiştir. Bazı törenlerde ağacın kökünden sökülmesi de gerçekleşmekteydi. Ayrıca ağaç figürleri ile birlikte çift başlı balta figürlerinin de görülmesi ilginçtir.
Hayvan kültleri arasında ise en önemli yer tutan kuşkusuz boğa kültüdür. Boğa kültü Yunan mitolojisindeki birçok mit içinde yer almaktadır. Boğa kültünün Anadolu kaynaklı olduğu düşünülmektedir. Ancak Girit’e kültür olarak yakın olan Mısır’da da boğa ile ilgili Apis ve Hather kültlerinin olması kültürel etkileşimin daha karmaşık olduğunu göstermektedir.
Dini tasvirlerde ayrıca , hayvan başlı , insan vücutlu tasvirler de görülmektedir. Bunların maske takılarak yapılan dini törenlerle ilişkili oldukları düşünülmektedir. Bu varlıkların aynı zamanda libasyon hizmetinde bulunduklarının da görülmesi bu törenlerle olan ilişkiyi güçlendirmektedir.
Girit kültüründeki insan biçimli tanrıların ne zaman ve nasıl ortaya çıktıkları ise tam olarak bilinememektedir.
Ana tanrıça figürleri , tıpkı Anadolu’da ve Mezopotamya’da olduğu gibi bitki ve hayvan dünyasına hükmeder biçimde ortaya konmuşlardır. Yine Anadolu ve Mezopotamya’da olduğu gibi Ana tanrıça burada da hayat ağacı ve çeşitli hayvanlarla birlikte resmedilmektedir.
Ana tanrıça gösterimleri yere bağlı olarak da değişebilmektedir. Örneğin bir dağ yakınında ana tanrıça bir dağ tanrıçası görünümünü almakta , ekili alanlar yakınında ise tarımla ilgili özellikleri taşımaktadır.
Bir önemli ana tanrıça tasviri de yılanlı tanrıçadır. Bir görüşe göre kişileştirilmiş yılan tasviri olan bu figürler başka bir görüşe göre ise yılan sembolizmi ile ana tanrıçanın yer altı dünyasına da hükmettiğini gösteren bir figürdür. Ancak bizim görüşümüze göre bu ana tanrıçanın yılanlardan koruma özelliğini de gösteriyor olabilir.
Bunun yanında ana tanrıça figürü ile birlikte bir erkek figürüne sık rastlanmamaktadır. Bu durum bazı araştırmacılara Girit’te “tek tanrılı” bir din olabileceğini düşündürtmüşse de bu konuda kesin kanıtlar bulunamamıştır. Zeus ile ilgili inançlarda bile Girit’tin bu kadar önemli olması orada da Ana tanrıçaya eşlik eden bir tanrı olduğunu düşündürtmektedir. Ayrıca bulunan bazı tasvirlerde erkek tanrının aslanlarla beraber olması ve silahlı olarak resmedilmesi Girit’te erkek tanrı tapımı olduğunu göstermektedir.

Kült merkezleri


Yapılan kazılar Girit’te birçok kült merkezini açığa çıkartmıştır. Bu kültürde klasik Yunan kültüründe örnekleri olduğu gibi büyük tapınaklar inşa edilmediği için kült merkezleri ancak oralarda bulunan mücevher , heykel , silah gibi sunularla ya da kutsal kaplar , libasyon kapları , üç ayaklı kazanlar gibi eşyalarla tanınabilmektedir.
Önemli kült merkezleri en eski zamanlardan beri kullanılmış olan ve mitlere konu olmuş mağaralardır. Girit’te birçok mağarada kült töreni yapılmaktaydı. Yapılan araştırmalarda birçok mağarada adak idollerinin bulunması bu görüşü desteklemektedir.
Mağaralar içinde en önemli olanı , klasik devirde de içinde Rhea’nın Zeus’u doğurduğuna inanılan , Dikta mağarasıdır. Bu mağaranın en eski dönemlerden itibaren bir kült merkezi olduğu bilinmektedir.
Orta Minos devrinin ilk dönemlerinde , dağ tepelerinde , kutsal bir ağacın civarında , kaynak kenarlarında ve kayalıklarda kült merkezleri oluşturulmuştur. Yine aynı dönemde ev içlerinde de kutsal yerler belirlenmeye başlamıştır.
Dağ tepelerine ya da çıkılabilen sarp kayalıklara duvar örülüyor ve buralardaki kutsal alanlar belirleniyordu. Bu alanlarda festival zamanlarında törenler yapılmaktaydı. Ayrıca buralarda yaz ve kış gündönümlerinde ateş yakılarak tören yapıldığı ve ateşlere adak eşyaları atıldığı da ortaya çıkarılmıştır.

Dinsel törenler

Diodorus’a göre “ Girit’liler tanrılara yakarışların , kurban törenlerinin ve gizemlerin kendi buluşları olduklarını ve diğer toplumların bunları kendilerinden aldıklarını söylerler. “
İçerikleri tam bilinmese de bu törenlerin Girit kültüründe büyük rol oynadıkları kesindir.
Girit’te kanlı kurban ayinleri de önemli bir yer tutmaktaydı. Boğa , keçi ve domuz sık kurban edilen hayvanlar arasındaydılar. Kurban töreni sırasında aynı zamanda meyve ve başka yiyecekler de sunuluyordu.
Hagia Triada’da bulunan bir lahit üzerindeki betimlemelere göre Alexiou bir kurban törenini şöyle anlatmaktadır: “ Hagia Triada lahdinde tahta bir masa üzerine sıkıca bağlanmış bir boğa betimlenmiştir : Hayvan henüz öldürülmüştür , boğazından kan akmakta ve bu bir kabın içinde toplanmaktadır ; bu arada daha küçük başka hayvanlar da, muhtemelen keçi ve koçlar masanın altında kurban edilme sıralarını beklemektedir. Kurban kesimi flüt eşliğinde cereyan eder. Sonunda içleri kan dolu kaplar , kulplarından bir sırık geçirilerek , bunu omuzuna yerleştiren bir kadın tarafından götürülür. Rahibe kapları alır ve iki çifte balta arasında duran daha büyük bir kovanın içine kanları boşaltır. Şüphesiz ki bu , kurban töreninin doruk noktası , en kutsal anıdır. Yedi telli bir Lyra’nın nağmeleri buna eşlik eder. Knossos’da , Büyük Rahibin Evi’nde olduğu gibi, diğer bazı durumlarda da , kan veya bir başka sıvı yerdeki bir çukura boşaltılır , buradan bir oluk ile akıtılır.
Diğer dinlerdeki paralellerine dayanarak , kurban töreninde hazır bulunan inananların , kutsal hayvanın vücudundan birer parça aldıkları düşünülebilir. Kurban edilen hayvanların derileri tapınağa adanır. Hagia Triada reliefli kasesindeki işte bu konuyu işler . Yine muhtemeldir ki , kurban töreni sırasında , tıpkı Homeros’un anlattığı gibi , kesilecek hayvanın başından aşağı öğütülmüş tahıl serpilirdi. “
Ayrıca Girit halkının hayvan idollerini de tapınaklara adadıkları bilinmektedir.
Bayram zamanları ise danslarla kutlanıyordu. Dans ele geçen buluntulara göre en önemli dinsel törenlerden biri sayılmaktadır. Çeşitli kaplarda , mühürlerde hatta saray duvarlarında dans eden figürler rastlanmaktadır. Bayram zamanlarında ateş yakmak , salıncakta sallanmak sık yapılan törenler arasındaydılar. Ele geçen tasvirlere göre boğa oyunları da yılın belli zamanları yapılıyor ve önemli bir yer tutuyordu.
Festival zamanları tören alayları oluşturmak , tıpkı diğer bazı doğu dinlerinde olduğu gibi , Girit’te de sık rastlanan bir uygulama idi.
Bayram zamanları tam olarak saptanamamış olmakla birlikte en önemli iki bayram İlkbahar bayramı ve zeytin toplama zamanı idi.
Girit kültüründe ayrıca bir ölüler kültü olduğu da söylenebilir. Ölülerin eşyaları ile , hatta lamba ile gömüldüğü göz önüne alınırsa Girit halkının ölümden sonra bir hayatın varlığına inandıkları söylenebilir. Lahitler üzerindeki dinsel figürlerin bolluğu da bu nedenle olmalıdır. Ayrıca mezar civarlarında sunular bulunması da bu görüşü güçlendirmektedir.
Kült gerekleri rahipler değil rahibeler tarafından yerine getirilmekteydi. Bunun da ana tanrıça kültünden ötürü doğal olması gerekmekteydi. Rahipler ise daha geç devirlerde ortaya çıkmışlardır.
Betimlemelerde gördüğümüz üzere rahip ve rahibeler törenlerde hazır bulunmaktaydılar. Rahip ve rahibeler törene katılan diğer kişilerden üzerlerindeki kıyafetlerle ayırt edilebilmekteydiler. Rahip ve rahibelerin törenler sırasında doğu kökenli giysiler giymeleri ise Girit dininin doğu kökenleri hakkında düşündürücüdür.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:25 pm

ZİGGURATLAR


Ziggurat Mezapotamya'ya özgü bir terimdir. Tanrıdağı anlamındadır. İlkçağda Sümerler, Keldanlılar, Babiller ve Asurlular tarafından yapılan, tabandan başlayarak tepeye doğru kat kat yükselen giderek küçülen teraslardan oluşan, zirvesinde bir tapınak bulunan ve yanlarında bir merdiven sistemi yer alan kademeli bir kuledir. Üzeri açık ve dört köşelidirler.
Bu yapılar tarihi metinlerde Ziggurat, Zigura ve Ziggurak gibi çeşitli yazılışlarla görülür. Zigguratların ilk olarak Sümerlerce inşa edildiği düşünesi yaygındır.
Mezapotamya halklarının en önemli faliyetleri tapınakları Tanrıya ithaf etmeleridir. Sadece Antropolojik değil, edebi içerikli kalıntılara dayanarak da Sümerler'den önce başlamak kaydıyla Mezapotamya düşünce tarzına aydınlık getiren tez şudur: Politik açıdan Sümerlerde şehir devleti sözkonusu idi ve her merkezin bir tanrısı olduğu gibi her tanrının da yeryüzünde kendini temsil eden bir hükümdarı vardı. Bu hükümdarın birinci görevi tanrının evini inşa ettirmekti. Çünkü böylece tanrı onlardan hoşnut kalacak bunun karşılığında da onların o bölgedeki yaşamlarını temin edecek suyu gönderecekti. İşte Orta Asya'dan gelen bu kavimler , yüksek dağları tanrı makamı kabul etmişlerdi ve dağlık olmayan Mezapotamya yöresine gelince bu şekilde yüksek, yapay bir tepe meydana getirerek onu tanrının makamı ve tapınak yeri olarak nitelendirmişlerdir.
Yapay bir tepe görünümündeki zigguratların yapımına ilşkin inançlar tartışmalıdır. Örneğin gökyüzüyle yeri ayıran Hava Tanrısı Enlil'in büyük bir dağ olduğuna ilişkin inanışın ziggurat biçimini belirlediği öne sürülmektedir. Çok yıkık olmalarına rağman mevcut kalıntı ve kabartmalar üzerinde çalışan bazı arkeologlarsa ova yerlilerinin dağda doğup doruklarda yaşadığına inandıkları tanrılar için bir "Tanrı Evi" inşa ederken dağa benzer bir yapıyı yeğlediklerini düşünmektedirler.
Ziggurat hakında ilginç bir bilgi de bu yapıların merkezleri Babil olmak üzere evrenin yedi rüzgarını temsil ettiklerine inanılmasıdır. Babillerde ziggurat, dünyanın merkeziydi. Evren onlar için yatay olarak bir merkezden yayılan dört bölüme, düşey olarak da üç düzeye ayrılıyordu; böylece hepbirlikte yedi oluyordu.
Ziggurat harabelerine günümüzde Mezapotamya'nın hemen her yerinde rastlanmaktadır. Ker***ten yapıldıkları için hava ve yağmurun etkisiyle çabuk yıkılmışlardır. Ancak bazılarında ilk birkaç kat korunmuştur. Esas şekilleri sadece kabartmalardaki resimlerden anlaşılabilmektedir.
Zigguratlar üstüne bilgilerimiz arkeolojik kazılara, Herodotos'un Babil'deki Baal tapınağının üzerine yazdığı yazılara,Strabon, Sicilyalı Diodoros gibi antik yazarlara ve Nuh torunları tarafından Babil kulesinin yapılışını anlatan Tekvin'e dayanmaktadır.
Zigguratta büyüklük ve özellikle yükseklik amaçlanmıştır.kat sayısı değişkendir;genellikle üç ya da dört, bazen yedidir. Katlar ve rampalar, ağaçlar ve bodur bitkilerle yeşillendirilmiştir.yapının planı genellikle 38x52 m. boyutlarında bir dikdörtgen ya da karedir. Yüksekliği ise 18- 30 m . arasında değişir. Zigguratlar eklemelerle büyütülüp yükseltilmiş, her yeni hükümdar kendi katını eklemiştir.
MEDENİYETLER TARİHİ Ziggurat_plan
Giderek küçülen sekiz kuleden oluşan bu tapınak, çok muntazam dört köşeli bir kaide üzerine oturtulmuştu. Bu kulelere ya katlar arasındaki basamaklarla ya da çevresini dolaşan rampa ya da yokuşlarla çıkılmaktaydı. Orta katlardan birinde bulunan odada, yukrıya çıkanların dinlenmesi için oturacak yerler blunmaktaydı. En tepedeki kule büyük bir tapınak özelliğindeydi ve içinde bir yatakla altın bir masa vardı. Burası kutsal makamdı. Bu makam aynı zamanda bir ticaret ve kültür merkeziydi. Dinadamlarından başka, tüccarlar, zanaatkarlar ve yazıcılar da orada kendilerine ayrılmış yerlerde otururlardı.Burada tanrıya ait bir ya da birkaç oda bulunurdu.
"Yüksek tapınak" bölümünün dışında ziggurat, Mısır piramitlerinin tersine dolu gövdelidir. Kütlesi pişmemiş tuğla ve ker***ten, bir ya da birkaç dış duvar yüzeyi ise genellikle pişmiş topraktan yapılmış bazen sarı ve mavi sırlı tuğla kullanılmıştır.
Ziggurat ilk kez pişmiş tuğla kullanımının yaygınlaştığı Yeni Sümer döneminde ortaya çıkmıştır. Urnamu döneminden (M.Ö. 2112-2095) bu yana bilinen ziggurat yapısının doğrudan yeni bir dinsel düşüncenin ürünü mü, yoksa kutsal mekanı yükseltmek amacıyla zaman içinde üst üste inşa yoluyla oluşan bir strüktür mü olduğu da tartışmalıdır. Urnamu; Ur, Uruk, Eridu ve Aşağı Mezapotamya'daki birçok kentte zigguratlar inşa edilmiştir. Daha sonra da Mari, Babil'in yanı sıra Asur, Dur Sarrukin gibi Akad kentleri de bu tür yapılarla donatılmıştır. Elam'da Sus'da büyük bir olasılıkla bir ziggurat vardı; Çobangazi'de ise birinci katında tapınma mekanları ve odalar bulunan bir ziggurat kalıntısı (M.Ö. XIII. yy.) ortaya çıkarılmıştır.

Bu da dini bir geleneğin varlığını göstermektedir. Gerek Herodotos'un verdiği bilgilerden, gerek Uruk'daki Beyaz Tapınak ile Erudu ve Tell Uqair Tapınakları gibi yapılardan varılan sonuç, genellikle "yüksek tapınak" ın içinde bir oda bulunduğudur.bu odanın dar duvarında bir seki ortasında tuğladan bir adak masası yeralmaktaydı. Nimrud'daki iki tapınaktaysa uzun bir salonla iinde tanrı heykeli bulnan küçük bir oda ortaya çıkarılmıştır. Papakhu adı verilen bu bölüm, tapınağın girilmeyen en kutsal yeridir. Ayrıca bu tapınakların birinde, bu iki mekana ek olarak büyük bir salon ve önünde küçük bir hol yer almaktadır. Bu da "giriş-tören mekanı-kutsal mekan" üçlemesi sayılabilir.
Herodotos, M.Ö. 460'da doğuya yaptığı geziyi anlatırken, her biri ötekinden küçük olarak, üst üste yükselen sekiz tapınak gördüğünü yazar.yazarın babil'deki Baal tapınağı hakkında verdiği bilgiye göre, kenarları 370 m . olan bir kare kaide üzerinde, küçülerek yükselen katlar çok görkemliydi. Herodotos bunların en üstünde tapınağın yeraldığını yazmıştır. Ama böyle bir tapınağın izine, zigguratların hiçbirinin tüm yüksekliğiyle sağlam kalmamış olmasından dolayı rastlanmamıştır.
Tarihçi Ksenophan da "Onbinlerin Dönüşü" adlı eserinde 31,50 m . genişlikte ve 61 m . yükseklikte bir kule gördüğünü yazar.
Tevrat'ta Babil kulesi için şöyle der: "geldiniz ker*** keselim ve onları ateşte pişirelim dediler, kendimize tepesi semaya kadar bir kule bina edip nam kazanalım dediler." (I. Kitap, 11. bab, 3. ve 4. ayetler) İncil'de de adı geçen bu yapı Sümer, Babil ve Asur şehirlerinde yükselen pek çok ziggurattan yalnızca biriydi.
Mezapotamya'nın düzlüklerinde yükselen esrarlı tepeler, çoğu zaman yıkık bile olsa, kenarı dik, üstleri düz olduğundan öteden beri dikkat çekiyordu. Gezginler bu yapıları uzun uzun anlatıyorlardı. 1840'larda görevle Mısır'a atanan Paul-Emile Batta, bölgeyi dolaşırken garip tepeler görüyordu. Daha önce Kinneir, C.T. Rich ve Ainsworth gibi gezginler de bu tepelerden sözetmişlerdi. Böylece çağdaş arkeolojinin dikkatleri zigguratlara çekilmiş oluyordu.
Eski dünyanın harikalarından biri, Babilin Asma Bahçeleri olarak blinen yapı, teraslar halinde yükselen dev bir kuleydi. Bu düşünceden hareket eden R.K. Koldewey 1898'de babil'deki zigguratı kazmaya başladı. Böylece Tevrat ve İncil'de adı geçen kulenin büyük gövdesi ortaya çıktı. Güneşte kurutulmuş ker***lerle örülenyapı kitlesi sırlı tuğlalarla kaplanmıştı. Bir çevre duvarı içinde rahip sarayları,geniş ambarlar ve zigguratlar topluca yer alıyordu. Beyaz boyalı duvarlar, tunç kapılar, kemer ve tonozlarla birlikte birbirine bağlanan mekanlar sık sık tekrarlanan görüntülerdi. En alt katta başlayan rampalı merdivenler yapıyı her katta dolaşarak tepeye kadar tırmanıyordu. Her kat ayrı bir renge boyanmıştı.
1940-1941 'de yapılan Irak kazıları Ukayir'deki tepenin bir ziggurat olduğunu ortaya çıkardı. Ur'daki ziggurat ise Ur Nammu adlı kral tarafından yaptırılan görkemli bir kule olarak yükseliyordu (29) ve Mezapotamya'nın en iyi korunmuş zigguratıydı.(30) İkinci yapı kuzeydoğuya dönük, ölçüleri en alt platformda yaklaşık 60x40 m. kadardı. İlk katta merdiven kuzey köşeden doğu köşeye çıkıyordu. Dört yüzü geniş yüzeye gelecek güneş ve rüzgar etkisini azaltmak için nişlerle parçalanmıştır.
Zigguratların tanrılara inşa edildiği kesin gibidir. Ancak bu yorumu şüphe ile karşılayanlar da vardır. Kimi arkeologlara göre Mezapotamya düzlüklerinde yükselen bu hakim yapılar dağı sembolize etmektedir. Bir zigguratın düz ovada görünüşü gerçekten çok etkilidir. Çoğu kez kule tapınak denmesi de bundandır. Arkeolog Layard, Nimrud zigguratını kazdığı zaman buranın bir kral mezarı olduğunu ileri sürüyordu. Sümerlilere göre gökleri işaret eden yapı, merdivenlerle tırmanılan gökyüzüne çıkan bir yoldu.
Bazı arkeologlar ziggurat denilen bu basamaklı piramitlerin bir tapınak olmayıp yıldızları gözlemeye mahsus birer gözlemevi oduğunu, rahip veya müneccimlerce kullanıldığını ileri sürerler. Çok kişi de zigguratları Orta Amerika'nın Basamaklı piramitleriyle bağlantılı görmektedir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:26 pm

İnkaların Çocuk Kurbanları

Zaman: 14-15. yüzyıllar
Mekân: Ekvator, Peru, Şili, Arjantin ve Bolivya
Bir keresinde bu adaya kurban edilmek üzere on dört yaşında bir kız getirilmişti. Ancak başrahip kızı kabul etmedi. Vücudunu titiz bir muayeneden geçirince memelerinin birinin altında küçük bir ben bulmuştu. Bu nedenle tanrılarına kurban edilmeye değer bulunmamıştı.
Peder Bernabecobo, 1653

İnka İmparatorluğu'nu konu edinen ilk vakayinameyi yazan İspanyol vakanüvislerinden Peder Barnabe Cobo, bize şimdi Bolivya Cumhuriyeti'nde olan Titikaka Gölü'ndeki Güneş Adası'ndan getirilen genç kızın yukardaki hikâyesini anlatır. Kız, eski Andlar'ın en büyük hac merkezlerinden ve dini tapınaklarından birinde kurban edilecekti. Ancak kız, kurban edilemeyince hikâyesini İnka İmparatorluğu'nun 1532'de fethinden birkaç yıl sonra adaya gelen bazı İspanyollar'a anlatacaktı.
İnkalar hakkındaki bilgilerimiz Cobo gibi eski zaman vakanüvislerinden ve çağdaş arkeolojik araştırmalardan gelmektedir. İnka İmparatorluğu'nun çok büyük, çok-etnikli, çok-dilli bir devlet olup 4000 kilometrekare bir alana yayıldığını biliyoruz, iktidar hanedanlarını 16. ya da 14. yüzyılda kuran halk Andlar'ın çok yükseklerinde olan Cuzco'da yaşıyorlardı ve burası onlara göre dünyalarının maddi ve manevi merkeziydi.
İnka İmparatorluğu'nun Quechua dili konuşan ataları birkaç kuşak içinde Batı Amerika'nın bu geniş topraklarında yaşayan onlarca farklı etnik grubu ve topraklarım fethetmişlerdir. İsyanlar çok sıktı ve böyle büyük bir alam ve halkı kontrol altında tutmak çok güçtü. Dünyanın diğer eski imparatorluklarında olduğu gibi, farklı grupları iktidardaki hanedanların kontrolü altında tutmanın ve İktidarlarını yaygınlaştırmanın başlıca yolu, bir devlet dininin kurulmasıydı.
And'ların Kutsal yerleri
İnka İmparatorluğu boyunca ve ondan yüzyıllarca önce And halkları kutsal yerlerde "Huaca" adını verdikleri tapınaklar inşa ederlerdi. Huaca'lâr ruhani gücü olduğuna inanılan bir doğa parçasındaki doğal ya da insan elinden çıkma bir mekândı. Bunlar mağaralarda, su kaynaklarında, büyük kayalarda, tepelerde, pınar ya da köprü yakınlarında ve dağların doruklarında yapılırdı. Bu huaca'larda adaklar çok yaygındı.
En popüler adaklar koka yaprağı dolu sepetler, renkli deniz kabukları, lamalar, alpakalar, mısır birası, bez, metal heykelcikler ve bazen de çocuklardı. İlk İnkalar Cuzco bölgesinde yüzlerce tapmak yapmışlardı ve bunların her biri yeni doğmakta olan İmparatorluktan akraba gruplar tarafından bakılır ve korunurdu.
İmparatorluk büyüdükçe devlet Güneş Adası'nda-ki gibi daha büyük tapmaklar inşa etti. Tapınak külliyeleri belli başlı huaca'larda Güneş'e, Ay'a, Gökgürültüsü Tanrısı'na ve diğer tanrılara adanırdı. Bu huaca'ların çevresinde bir din geliştirmek için çok büyük kaynak ve enerji harcanmıştı. Görkemli tapınaklar Cuzco soylularının, uyruklarının yaşamları üzerinde sahip oldukları ideolojik ve politik gücü vurgulamaktaydı.
İnsan kurban etme
İnsan kurban etme, İnkalar'ın bir icadı değildi. İspanyol öncesi And ikonografisinde genelde savaş tutsakları olmak üzere kurban edilmiş insanların tasvirleri yer almaktadır. Hatta Peru'da ilk yontulmuş taş kitabelerde, kafaları kesilmiş savaş tutsakları görülür. Diğer kültürlerde de insan kafası ganimet olarak alınmıştır. İnkalar bu uygulamaları imparatorluğu bir arada tutan devlet dininin ve imparatorluk ideolojisinin bir parçası haline getirmişlerdir.
Çocukların kurban edilmesi de bu bağlamda ele alınmalıdır. Çocuklar capac hucha adı verilen politik bakımdan önemli bir ayinde kurban edilirlerdi. Colin McEwan ve Maarten van de Guchte'ye göre bu terim, "Kraliyet yükümlülüğü" olarak çevrilebilir.
Bu bilimadamları, araştırmalarında, altı ile on yaşında çocukların imparatorluğun dört bir yanındaki köy ve kasabalardan Cuzco'daki başkente nasıl gönderildiklerini anlatırlar. Bazıları için bu, yüzlerce, hatta binlerce kilometre yol demekti. Çocuklar ve kendilerine eşlik edenler yol boyunca köylerden şarkılar söyleyerek geçerlerdi.
Cuzco'ya vardıktan sonra kentin merkezinde toplanırlar ve İnka rahipleri tarafından sembolik olarak evlendirilirlerdi. Hayvanların ve diğer adakların kurban edilmesinden sonra, çocuklar Cuzco'nun büyük meydanının çevresinden geçirilirlerdi. Sonra tekrar köy ve kasabalarına gönderilir, buralarda yeni törenler yapılırdı. Törenin sonunda çocuklar alkol ve diğer maddelerle uyuşturulur ve memleketleriyle ilişkili bir huaca'da öldürülürlerdi.
Arkeologlar Andlar'ın her yerinde çocuk kurban edildiğini saptamışlardır. Bu capac hucha törenlerinin kalıntıları adalarda, mağaralarda ve dağ tepelerinde bulunmuştur. Arkeolog Johan Reinhard, And-Ur'da çoğunlukla karla kaplı volkanik doruklarda kurban izlerine rastlamıştır.
Bu kurbanların oralardan çıkarılması, dünyanın en güç arkeolojik çalışmalarıdır: Reinhard ve arkadaşları 6000 metre yüksekliğe çıkmak, oksijen azlığından doğan yükseklik yorgunluğu, buz, kül ve karla mücadele etmek zorundaydılar. Eski çağların insanlarının, o dağlara çağdaş araç gereç olmadan çıkmalarındaki kararlılık gerçekten şaşırtıcıdır.
Bu mumyaların bulunması beceri olduğu kadar şans da gerektirir. Beceri bunları nerede arayacağını bilmek ve şans da cesetleri ortaya çıkaracak doğru çevre koşullarının bir araya gelmesidir. Yağmacılar çalmadan ya da havayla temas ettiği için havadaki mikroorganizmalar tarafından cesetler bozulmadan mumyaları elde etmek için, Reinhard ve ekibi buzları ve kaya kadar sert toprağı kazmak, bulgularını bilimsel olarak kaydetmek ve sonra mumyayı kamplarına güvenli bir şekilde taşımak zorundaydılar.
Belgelerde çocuk kurban etmeye ilişkin büyük törenler hâlâ anlatılmaktadır. Peru'da Arequipa yakınlarında Ampato'da bulunan arkeolojik kanıtlar bu belgeleri doğrulamaktadır. Ampato kızı görkemli tüylü bir başlık, çanak çömlek, kaşıklar, ahşap kupalar, giyimli metal heykelcikler, yiyecek ve güzel kumaşlarla gömülü bulunmuştu.
Kutsal bir renk olan kırmızı toprak, mezarının zeminine serilmek üzere dağın tepesine taşınmıştı. Kurban yerinin çevresinde inşa edilen platformlar ve belki de başka binalarda başka küçük çocukların kurban edildikleri kuşkusuzdur.
Eski ve yeni dünyadaki diğer imparatorluklarla kıyaslandığında çocukların kurban edilmesi İnka devletinde pek nadir rastlanan bir şeydir. Ancak çocuk kurban edildiği bir gerçektir ve bunun çok önemli dini ve politik amaçları vardı. Yerel bir yöneticinin çocuğunu kurban edilmek üzere vermesi, hem İnka devletine hem de taptıkları yaratıcı tanrılara bağlılığının kanıtıydı.
Kurban edilmek üzere Cuzco'ya bir tören alayı halinde götürülen düzinelerce çocuğun görüntüsü, İnka devletinin gücünün yılda bir kere olsun gözler önüne serilmesiydi. Bu trajik ama güçlü devlet kurumunu tam olarak değerlendirebilmek için, inka İmparatorluğu'nun siyasal mantığını ve dini ilkelerini tarihi bağlamı içinde anlamamız gerekir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:27 pm

Gotlar
Vikipedi, özgür ansiklopedi

Gotlar, Güney İskandinavya'nın Gotland bölgesinde oturan bir Germen kavmi. Gotlar 2.yüzyıldan itibaren Scythia, Dacia ve Pannonia'da yaşamışlar, 3.ve 4.yüzyıllarda Bizans'ı yağma etmişler ve Aryanizmi benimsemişlerdir. 5. ve 6.yüzyıllarda Vizigotlar ve Ostrogotlar şeklinde ikiye bölünmüşler, İberya ve İtalya'da Roma İmparatorluğunu kurmuşlardır.

Tarihçe
Gotlar, miladi 1. yüzyılda İskandinavya'yı bırakıp, Vistula'nın alt kısmında yerleşmişlerdi. İkinci yüzyılda Karadeniz'in kuzey kıyılarına gelmişler, 3. yüzyılda ise birçok kafileler halinde Yunanistan, Trakya ve Küçük Asya'nın sahil şehirlerine yerleşmişlerdir. Akrabaları olan birçok kavimleri çeşitli bölgelerde bıraktıktan sonra etnik bütünlüklerini kaybetmiş ve Ostrogotlar (Doğu Gotları) ile Vizigotlar (Batı Gotları) olmak üzere ikiye ayrılmışlardır. Gotlar, sağlam idari, askeri teşkilatlar kurup, güçlenerek Roma İmparatorluğu elindeki Dacya'yı işgal etmişlerdir. İmparatorluk ile sıkı münasebetleri sonucu Ostrogotlar medenileşmeye başlamışlardır. Hatta bunlardan bir kısmı Roma ordusuna asker olarak katılmışlardır. Roma İmparatorluğu'nun sınırlarına yapılan baskılar, Germenlerin çoğalması ve imparatorluğun zayıflaması sonucu kuvvetlenen Vizigotlar Dacya'yı bütünüyle ele geçirip, Bizans'a, Balkanlar'a ve Kuzey İtalya'ya doğru yayılıp, buraları istila etmişlerdir. Milattan sonra 269-270 yıllarında Roma İmparatorları'ndan İkinci Claudius ve Aurelianus batıya doğru olan Got akınını durdurmuşlardır. Gotlar, Konstantin ile ittifak anlaşması yapmışlar, Piskopos Ulfilas, İncil'i Vizigot diline tercüme ederek, Gotlar'ın, Hıristiyanlığı kabul etmelerini sağlamıştır.
Ostrogotlar krallıkla idare ediliyordu. Dördüncü yüzyıl ortalarında Kral Ermanarich'in iktidarı devrinde, Karadeniz'den Baltık Denizine kadar yayılmışlardı. Fakat 375 tarihinde Hunlar tarafından yok edilmişlerdir. Vizigotlar'da Hunların baskısına uğrayıp, yerlerinden atılmışlarsa da, imparator Valens tarafından 376'da Tuna'nın güney kıyılarına yerleştirilmişlerdir.
378'de ayaklanıp, Edirne'de Romalıları yenmişlerdir. Fakat 382'de İmparator Theodosis tarafından tekrar müttefik imparatorluğa kabul edilmiştir. Gotlar yerlerinde durmayarak 410 yılında Roma'ya 415 yılında da İspanya'ya yerleşerek, bir krallık kurmuşlardır. Uzun yıllar Romalılara asker veren Ostrogotlar, İmparatorluk içinde kendilerini muhafaza ettiklerinden, 476 yılında İtalya'yı istila etmişlerse de, 553'te Justinianus'a yenilerek İtalya'da kurdukları krallıkları yıkılmıştır. Gotlar bundan sonra Roma uygarlığı içinde eriyerek kaybolup gitmişlerdir. Kırım'da kalan Gotlar ise 1475'te Osmanlıların burayı fethetmeleriyle bağımsızlıklarını kaybedip, Ostrogotlar ve Vizigotlar gibi diğer milletlerin içinde eriyip varlıklarını kaybetmişlerdir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:28 pm

Büyük Moğol İmparatorluğu
Vikipedi, özgür ansiklopedi



Kısaca Cengiz Han'ın Hayatı
Cengiz Han (ya da doğum adıyla Temuçin) (d. 1162 - 18 Ağustos 1227) Moğol politikacı ve ordu lideri ya da kağanıydı. Moğol kabilelerini buyruğu altında birleştirerek Moğol İmparatorluğu'nu (1206-1368) kurmuştur. Bu imparatorluk Dünya tarihinin en büyük bitişik sınırlara sahip olan imparatorluğudur. Timuçin ismiyle Moğol Devleti hükümdarı akrabası olarak doğmuş, meritokratik (yeteğene bağlı) oldukça güçlü bir ordu kurmuş; ve tarihin en başarılı ordu liderlerinden biri olmuştur.
Kuzey Çin'deki Batı Şia Hanedanlığı'nı ve Çin Hanedanlığı'nı ele geçirmiş, İran'da Harzemşahlar Devleti de dahil olmak üzere bir çok yere fethetmiştir. Avrupa ve Asya'daki hakimiyeti; radikal olarak bu bölgelerin demografisini ve jeopolitikasını değiştirmiştir. Moğolistan İmparatorluğu; günümüze göre bakacak olursak; Çin, Moğolistan, Rusya, Azerbeycan, Ermenistan, Gürcistan, Irak, Türkiye, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Pakistan, Tajikistan, Afganistan, Türkmenistan, Moldova ve Kuveyt'in büyük bir bölümünü ele geçirmiştir.
Hayatının ilk yılları hakkında az bilgi vardır, ve oldukça az kaynaklar bize o döneme değin temel bilgiler vermektedir. Küçük bir kabilede doğmuş, ve babası O'na Temuçin ismini Temuçin Uge isminde bir Tatar liderini yakaladığı için verdiği ileri görülür. Başka bir deyişe göre de, elinde bir kan pıhtısıyla doğduğudur. Tahminen 1162 ila 1167 arasında Moğolistan'ın Burhan Haldun'un dağları arasında, Onon ve Herlen ırmakları yakınında doğmuştur. Efsaneye göre, Temuçin elini sıkarak bir kan pıhtısı yaratmış, bu da O'nun büyük işler yapacağının kaderinde olduğunu göstermiştir. Moğol Devleti'nin son hükümdarı Kutala'nın yeğeni, Borjigin'in lideri Yeşügey'in büyük oğludur, Annesi Helin (Hoelun), Olkunut (Olkhunu) kabilesindendi. Merkezi Asya'da yaşayan tüm Türk ve Moğollar gibi göçebe hayatı yaşıyorlardı.
Temuçin babası tarafından Kabul Han, Ambagai ve Kutula Han'ın akrabasıydı. Bulundukları Moğol Devleti, Çin Hanedanlığı altındaydı ve Tatarları desteklemeleriyle 1161'da Kabul Han yokedildi. Babası Yeşügey dağılan Moğol kabilerin başına geçmiş, ancak Tayiçyut kabilesi ile rekabet yaşıyordu. 1161'den sonra Tatarlar çok güçlenince, Çin desteğini Tatarlardan Keraitlere çevirdi.
Temuçin'in 3 erkek kardeşi Kasar, Kajun ve Temuçe'nin yanı sıra bir kız kardeşi Temulin vardı. Bunun yanı sıra, Behter ve Belgutei isimli iki üvey kardeşi vardı.
Cengiz Han'ın imparatoriçesi ve ilk karısı Börte'den 4 çocuğu oldu; Cuci (d. 1185 - 1226), Çağatay ( ? - 1241), Ögeday (? - 1241), Tuli (d. 1190 - ö. 1232). Cengiz Han'ın ayrıca bir çok diğer eşinden bir çok çocuğu oldu ama onlar yerini almaktan muaf tutuldular, kızlarının ise kaç kişi olduğuna değin bir bilgi yoktur. Cengiz Han'ın en büyük oğlu Cuci'nin babasının kim olduğuna değin hep sorular olmuş; ve Cengiz Han sonrasında da bu tartışmalar İmparatorlukta devam etmiştir. Temuçin ile Börte evlendikten sonra; Börte Merkitler tarafından kaçırılmış ve bir adamın karısı yapılmıştır. Kurtarıldıktan yaklaşık dokuz ay sonra da doğum yapmış; Cengizhan da emin olamadığı için oğluna Moğolca "konuk" manasına gelen Cuci ismini koymuştur. Yine de Cuci'ye her zaman öz oğlu gibi davranmıştır.
Geleneksel tarih kayıtlarına göre, Cuci'nin babasının kim olmadığı Çağatay tarafından tartışılmış ve ortaya koyulmuştur. Moğolistan'ın gizli tarihi'ne göre; Çağatay Harzemşahlar'a sefer öncesinde; Cuci'nin Cengiz Han'ın yerine geçmesini asla kabul edemeyeceğini söylemiş; bunun karşılığında ikisi de Cengiz Han'ın yerine geçememiş Ögeday kağan olmuş ve Cengiz Han öldükten sonra yeni imparator olmuştur. Yine de Cuci 1226'da babasından önce ölmüştür.
Efsanelere ve daha sonraki yazarlara göre, Temuçin'in çocukluğu oldukça zor geçti. Henüz 9 yaşınndayken, görücü usülü evliliğine göre babası Yeşügey, Temuçin'i eşi Börte'nin Onkırat kabilesinden olan ailesine verdi. Burada evlilik yaşı olan, 12 yaşına gelene kadar Deiseçen'e; evin reisine hizmet etti.
Evine dönerken babası tatarlar tarafından zehirlenmişti. Bunun sebebi de onlara karşı yaptığı seferler ve saldırılardı. Bu sayede Temuçin kabilenin reisi olmuştu, ancak kabilenin üyeleri küçük bir çocuğun liderliğini kabul etmediler ve Temuçin'i ve ailesini terkettiler.
Devam eden yıllarda, Temuçin ve ailesi doğada göçebe hayatı yaşadı. Ağaçlardaki meyvalardan ve doğadaki hayvanları avlayarak yaşıyorlardı. Bir seferinde de, Temuçin üvey kardeşi Bekter'i avladıkları hayvanı bölüşürken anlaşamadığı için öldürdü. Annesi karşı çıksa da, öldürmek üzerine hiç bir zaman pişmanlık göstermedi. Bu olay ayrıca o'nu ailenin reisi yapmıştı. 1182'deki başka bir olayda da, eski kabilesi tarafından saldırıya uğramış ve esir düşmüştü. Tayiçyutlara esir düştüğünde, gelecekte generallerinden biri olacak Çilayun'un yardımı ile kaçtı. Annesi Helin Temuçin'e hayatta kalabilmesi için bir çok ders verdi. Moğolistan'ın politikasından, diğer kabilelerle ittifak kurmaya, ve zor tabiat koşullarına kadar. Bu gelecekte Temuçin'in anlayışını da bir şekle sokar. Gelecekteki generallerinden Cebe Noyan ve Borçu da bu dönemde Temuçin'e katılırlar. Kardeşleriyle beraber, ilk gelişme ve diplomasi için insan gücünü temsil ettiler.
Temuçin Börte ile 16 yaşındayken evlilik düğünü yaptı. Daha sonra Merkit kabilesi tarafından kaçırıldı, Temuçin de Börte'yi o dönemdeki arkadaşı daha sonra da düşmanı olan Camuha'nın yardımıyla kurtardı. Börte hep tek imparatoriçeydi, ama Temuçin geleneklere uyarak morganatik eşleri oldu. Börte'nin ilk çocuğu Cuci, Merkit kabilesinden kaçırıldıktan 9 ay sonra doğdu; böylece de babasının kim olduğu hakkında hep soruları da beraberinde getirdi.
Temuçin Camuha ile kankardeş oldu, böylece birbirlerine sonsuza kadar bağlılık yemini ettiler.
İmparatorluğa Doğru
Orta Asya'nın birleşmesi
Bu dönemde Temuçin'in birleştirdiği Orta Asya'daki başlıca konfederasyonlar şunlardı:


  • Naymanlar
  • Merkitler
  • Uygurlar
  • Tatarlar
  • Moğollar
  • Keraitler
1100'lü yıllarda Moğolların başlıca rakipleri, batıda Naymanlar, kuzeyde Merkitler, güneyde Tangutlar, doğuda da Çin ve Tatarlardı. 1190'da Temuçin ve danışmanları sadece Moğol konfedarasyonunu birleşti. Mutlak hakimiyeti ve insanların kanunlarına uygulaması için bir anayasa da yazıldı, bunun ismi "Yasa" idi ve halk arasında "Yasak" olarak biliniyordu. Bu kelimeler Türkçe'de de aynı manaya gelmektedir ve bu kelimelerin kaynağı Cengiz Han'ın kanunlarıdır. Bu kanunlarda halkın ve savaşçıların saldırılardan pay alacağı da yazıyordu, ancak gizli bir yasa olduğu için tamamı bilinmiyordu ve hiç bir zaman bir kopyasını yaratmadı. Cengiz Han'ın oğlu Çağatay da bu kanunların uygulanmasından sorumluydu.
Bu yasanın kanunları oldukça ağırdı, ve hemen hemen herşeyin cezası ölümdü. Örnek olarak, eğer ki bir asker önündeki insandan düşen bir şeyi o kişiye vermezse öldürülüyordu. Bu kanunname'de geçenler tam olarak belli değildir.

Temuçin'den Cengiz Han'a
Temuçin'in yavaşça yükselişi; babasının kan kardeşi Tuğrul Han'ın yardımıyla gerçekleşti. Çin Hanedanı'nın Kerait Hanını Tuğrul olarak atamasından sonra, Temuçin'in Börte'yi kurtarışında yardımcı olan Tuğrul'un da vasalı olmuştu. Tuğrul Han 20000 Kerait savaşçısını Temuçin'in yardımına vermiş; Camuha da bu saldırı ardından kendi kabilesi olan Caciratları kurmuştu. Merkitlerle olan savaş sonrasında da çocukluk arkadaşları olan Temuçin ve Camuha da ayrı düştüler.
Tuğrul Han'ın oğlu Sengum; Temuçin'in büyüyen gücünü kıskanmış ve o'na suikast planı yapmıştı. Tuğrul Han da oğlunun önerisine izin vermiş ve Temuçin'in karşısına gizli de olsa geçmişti. Temuçin Sengum'un isteklerini öğrenince, O'nu ve yandaşlarını mağlup etti. Tuğrul Han ve Temuçin arasındaki uzaklaşma ise, Tuğrul Han'ın kızını Temuçin'in oğlu Cuci'ye vermek istememesiyle başladı. Bununla da beraber ayrı düşen Tuğrul Han ve Temuçin aralarında savaş doğdu. Tuğrul Camuha ile ittifak olarak Temuçin'e karşı geldiler. İttifakın kabilelerinden bir çok üyenin de Temuçin'in saflarında yer almasıyla; Tuğrul bozguna uğratıldı. Bu bozgun sonunda da Kerait kabilesi tamamen yokoldu.
Bir sonraki tehdit ise Naymanlardan geldi. Camuha savaş sonrası buraya kaçmış ve takipçileri ile beraber sığınmıştı. Naymanlar Temuçin'e karşı teslim olmadılar, ama yeteri kadar birlikleri Temuçin'i desteklemeyi tercih ettiler. 1201'de Kurultay Camuha'yı Gür Han, kainatsal yönetici, olarak seçti. Camuha'nın bu hareketi Temuçin karşısındaki en son taşkınlığı oldu. Camuha Temuçin karşısındaki kabileler ile bir koalisyon kurup Temuçin'e karşı tekrar savaş açtı. Bu sorundan önce, yine de, bazı generalleri Camuha'dan ayrıldı; aralarında Temuçin'in generallerinden Cebe Noyan'ın tanınan kardeşi Sübüdey Noyan da vardı. Bir kaç muharebe sonrasında, Camuha'nun orduları tamamen yenildi ve Temuçin'e esir düştü.
Gizli Tarih'e göre, Temuçin Camuha'ya tekrar arkadaş olmalarını ve yanında olmasını teklif etti. Camuha bunu redetti ve onurlu bir ölüm (kansız, boynu kırılarak) istediğini iletti. Naymanlarla olan Merkit kabileleri de Sübüdey Noyan tarafından bozguna uğratıldı ve tamamı öldürüldü. Sübüdey daha sonda da Cengiz Han'ın en büyük kumandanlarından biri oldu. Naymanların yenilmesi Cengiz Han'ı Moğolistan'daki tek hükümdar yaptı. Tüm konfederasyonlar birleşerek Moğollar oldular.
1206'da, Temuçin Merkitleri, Naymanları, Moğolları, Uygurları, Keraitleri, Tatarları ve diğer küçük kabileleri liderliği, arzusu ve isteğiyle birleştirdi. Bu uzun süredir Çin imparatorluklarına karşı birleşemeyen Moğolları birleştirmiş, ve tarihi bir an olmuştur. Kurultay'ın tekrar toplanmasıyla, Temuçin Cengiz Han ismini aldı. Cengiz Han öldükten sonraya kadar Kağan ünvanını alamasa da; oğlu Ögeday bu ünvanı alınca babasına verdi. Bu birleşme ile Cengiz Han uzun süredir aralarında savaşan kabileler arasında bir barış sağlamış olsa da, Moğol İmparatorluğu'nun Dünya ile olan savaşı ömrünün son gününe kadar devam etti. Birleşmenin olduğu dönemde; Moğolistan'da 200,000 kişi yaşarken, bunlardan 70,000'i asker idi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:28 pm

Moğolistan İmparatorlu'ğunun genişlemesi

Moğol İmparatorluğu'nun Kuruluşu ve Savaşları
1206 yılında Moğol kabilelerinin birleşmesiyle kurulan Moğol İmparatorluğu Cengiz Han'ın önderliğinde seferlere dayalı bir savaş ve ekonomi politikası izledi. İlk defa Naymanlarda mühür ve yazı kullanıldığını görünce, Nayman hizmetindeki Uygur mühürdarlarını da hizmetine aldı. Akabinde, Uygur yazısı tüm Moğol İmparatorluğu'nda kullanılmaya başlandı. İlk yıllarda Moğol İmparatorluğu'nun devlet işleyişinin belli bir düzene geçmiştir.
Hint Tangutları himayesine alan Cengiz Han, daha sonra Kuzey Çin'deki Kin devletine savaş açarak Pekin'i 1211 yılında kuşattı. Kin hükümdarı barış için Çinli prenseslerden birini Cengiz Han ile evlendirse de, barış uzun sürmedi. 1215'de oldukça kanlı geçen bir savaş sonrasında Çin'i himayesi altına aldı.
Harzemşah Mehmed, Cengiz Han'ın Çin'i ele geçirdiğinden emin olmak için Seyyid Bahaüddin-i Razi yönetiminde bir heyet gönderdi. Gelen heyetle barış görüşmeleri yapan Cengiz Han, Mehmed'e elçilerini gönderdi. Anlaşma doğrultusunda hazırlanan Kervan, Harzemşahlar Devleti'nin Otrar şehrinde 1218 yılında hücuma uğradı. Cengiz Han bunun üzerine Otrar valisi Kayır Han'ın teslim olmasını istedi. Mehmed, Cengiz Han'ın bu teklifini ileten elçilerini öldürerek Harzemşahlar Devleti'nin de sonunu hazırladı.
Cengiz Han öncelikle yol üzerindeki naymanlı Güçlük Han'ı ortadan kaldırmak için; Cebe Noyan komutundasında bir ordu gönderdi. Güçlük Han korkarak Kaşgar'a kaçtı ancak Sarı Göl yakınlarında yakalanarak öldürüldü.
Hazermşah Mehmed de korkuya kapılıp kalelerini korumaya alıp, dağlık bir bölgeye çekildi. Cengiz Han bazı kaynaklara göre kolaylıkla, başka bir bakış açısına göre de barbarca tüm şehir ve kaleleri ele geçirdi. 1220 yılında Otrar'daki kuşatma uzun sürünce, oğulları Ögeday ve Çağatay kontrolündeki orduları bırada bıraktı ve Buhara'ya geçti. Yolunun üzerindeki Zernuk kalesi de teslim oldu ve bu şehire Gu-Balık ismini koydu.
Tekrar yol üzerindeki Nur şehri de Cengiz Han'ın korkusuyla teslim oldu. Akabinde 1220'de Buhara'yı kuşattı. Şehrin garzinonun Horasan'a çekilmesiyle, 12'inci gününde şehir Cengiz Han'ın oldu. Aradan 5 ay geçtikten sonra da Otrar şehri teslim oldu. Cengiz Han'ın elçilerini öldürten Otrar valisi de, ağzına eritilmiş gümüş dökülerek öldürüldü.
Cengiz Han'ın yolculuğu Semerkant'da da devam etti. Burada Göksaray şehrini kuşatmasının ardından şehir teslim oldu. Cengiz Han'ın generalleri de Siriderya'daki Sığnak, Cend, Barçınlığkent'i ele geçirdi.
Hazermşah Mehmed kaçışına devam ederken, peşinden yetenekli generallerinden Cebe Noyan ve Sübüdey Noyan'ı gönderdi. 30 bin kişilik bu ordu Irak'a kadar kovaladı. Cengiz Han oğlu Çağatay'ın kumandasındaki orduyu da Hazermşahlar Devleti'nin merkezi Ürgenç'e gönderdi. Daha sonra da büyük oğlu Cuci'yi buraya gönderdi. 6 ay kuşatmadan sonra, şehir tamamen yokedildi. Böylece de Harizm, Maveraünnehir, Horasan ve bütün doğu İslam ülkeleri de Cengiz Han'ın imparatorluğunun bir parçası oldu.
Cengiz Han'ın savaşlarına değin bir çok değişik bakış açısı vardır. Türk olmayan devletler dışındaki İran, Irak, Afganistan ve Pakistan gibi ülkeler hala Cengiz Han'ı bir barbar ve soykırımcı olarak görmektedirler. [1] Ancak Türkler müslümanların da Cengiz Han'a destek olduğunu iletir, ve köklerinin dayandığı Moğollara ve Cengiz Han'a büyük saygı duyarlar. Batı dünyası ise, Cengiz Han'ı "türk-moğolu" diye tanımlar, ve barbar olarak nitelendirir.

Moğol İmparatorluğu'nun Yönetiminin Öğeday'a Verilmesi


Öğeday Han

Moğol geleneklerine göre Cengiz Han hayattayken topraklarını oğulları arasında pay etti. Yerine Cuci ve Çağatay arasındaki tartışma yüzünden ikisini de uygun görmezken, Öğeday bu göreve layık oldu. Cuci avcıbaşı, Çağatay örf ve hukuk uygulayıcısı, Tuli de savaş bakanı oldu.
Cuci'nin arası Tuli ile de açılmıştı, ancak batı ülkelerin fethinde önemli rol oynadı. Cuci bilinen tüm yerleşik batı ülkelerini ele geçirdikten sonra Moğolistan'a dönmedi. Ancak aradaki mesafe oldukça uzundu ve bir haber alınamıyordu. Bunu bir kopma olarak Cengiz Han ordularını hazırlarken oğlu Cuci'nin ölüm haberini aldı.


Cengiz Han öldüğünde Moğol İmparatorluğu

1223 ve 1224 yıllarını Kulan-Başın ve İrtiş'de geçiren Cengiz Han; 1225'de Hsia devletine karşı sefere çıktı. Hsia merkezinin teslim olmadan iki gün önce günümüz Kansu'sunda Tangut seferi sırasında hastalanarak 1227 yılının 18 Ağustos'unda öldü.
Moğol geleneği uyarınca mezarı gizli tutulsa da, cesedi Onon ve Kerulen kaynakları yakınında, Burhan-Haldun dağları arasında bir yere gömüldü. Ondan sonra gelenler de buraya gömüldü ve heykelleri dikildi.
Genelde bilinenin aksine, Cengiz Han Moğol İmparatorluğu'nun tamamını ele geçirmemiştir. Döneminde Hazar Denizi'nden Japon Denizi'ne kadar ilerlemiştir. İmparatorluğun genişlemesi 1227 yılından sonra Öğeday'ın yönetiminde olmuştur. Moğol orduları İran'ın tamamını, Çin'in tamamını da 1279 yılında ele geçirmiştir. 1230'lu yılların sonunda, Cuci'nin oğlu Batu Han Avrupa'ya sefere çıkmış; Rusya'yı ele geçirmiş ve Orta Avrupa'ya kadar ilerlemiştir. Sübüdey Noyan'ın da desteğiyle o dönemdeki en güçlü Avrupa ordusu olan Polonyalı, Alman ve Macar ordularını 2 gün içinde bozguna uğratmış; Avrupa'nın da orduya bakış açısını değiştirmiştir.
Tuli'nin oğlu Hülagû Han Orta Doğu'da günümüz Filistin topraklarına kadar ulaşmış, Abbasi Halife'sini ise öldürmesi günümüzde bile Iraklıların Moğolları hala sevmemesine neden olmuştur.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:29 pm

LYDİA UYGARLIĞI (M.Ö. 700-300)


Batı Anadolu’da Gediz ve Küçük Menderes yörelerinde oturan bu halkın nereden geldiği kesin olarak belirlenememiştir. Antik dönem yazarları onların güneydeki Karyalılar ile kuzeydeki Mysialılar ve Frigler ile akraba olduklarını söylerler. Hint-Avrupa karakterli bir dilleri olan Lydialıların Batı Anadolu’da M.Ö. 2. binyılın ikinci yarısından itibaren varoldukları kabul edilmektedir. En ileri dönemlerindeki kralları aşağıda verilmektedir :
Gyges M.Ö. 680-652
MEDENİYETLER TARİHİ Lydia2
Ardys M.Ö. 652-625
Sadyattes M.Ö. 625-610
Alyattes M.Ö. 610-575
Kroisos M.Ö. 575-546
Lydia’nın parlamasının nedeni bölgede bulunan altın madenleriydi. Bu madenin M.Ö. 7. yüzyılın başından beri Sardes’te işletilmeye başlaması Lydia’lıları zenginleştirmiş ve güçlendirmişti. Lydia’nın Anadolu’daki uygarlığa katkısı daha çok ekonomi dalında olmuştur. Altın sikkeler basarak ticaretteki değiş-tokuş usulünü değer ekonomisine çevirmişlerdir.
Lydia tarihinin bazı dönemlerinde Frigleri de yıkan Kimmerlerin saldırısına uğradı ve Sardes kenti Kimmerlerle birlikte yine göçebe bir topluluk olan Trerler tarafından da yağmalandı. Ayrıca Medler ve Perslerle de çeşitli kez savaşlar yapmışlardır. M.Ö. 28 Mayıs 585 günü Medlerle yapılan savaş sırasında güneş tutulması meydana gelmiş ve savaş böylece sona ermiştir. Lydia devletine son veren Pers kralı Kyros olmuştur.
Lydia soyluları ölülerini, Friglerdeki gibi tümülüslere gömüyorlardı. Bu tümülüsler Sardes’in kuzeyinde Marmara Gölü kıyısında yer alırlar. Bunlardan 355 m. çapında ve 61 m. yüksekliğindeki tümülüs Anadolu’daki en yüksek yığma mezar örneğidir.
MEDENİYETLER TARİHİ Lydia1
Çok zengin olan Anadolu mozayiğinde sözü edilmesi gereken ve bugün de izlerine rastladığımız başka uygarlıklarda vardır. Demir Çağında incelenmesi gerekenler arasında Karia ve Lykia uygarlıklarını sayabiliriz. Hint-Avrupa ailesinden olan dilleri Hitit öncesi ögeler taşımaktadır. Karialıların daha önceleri Batı Anadolu’da yerleşmiş oldukları bilinen Leleglerden, Lykia’lıların ise Luvilerden geldikleri sanılmaktadır. Lykia uygarlığının en özgün örnekleri arasında kayalara oyulmuş anıtlar yer almaktadır.
Lydia devletinin M.Ö. 546 yılında son bulmasıyla İranlılar Ege Denizi kıyılarına kadar tüm Anadolu’yu ellerine geçirdiler. Pers egemenliği M.Ö. 333 yılına değin sürdü. Bu dönemden sonra yerli kültür gelişiminin yerini Batıdan gelen yeni etkiler ve bunun sonucunda ortaya çıkan bir kültür almaya başladı
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:29 pm

Medler
Vikipedi, özgür ansiklopedi

Xerxes sarayında bir Medli kabartması, Persepolis.

Medler (Modern Persçe'de مادها, Mādḥā) günümüz İran'ının Batı, Kuzey ve Kuzeybatı'sında ve kabaca günümüz Tahran, Hamedan, Azerbaycan, Isfahan'nin kuzeyi, Zanjan ve Kürdistan'da yaşamış kadim bir İran halkıdır. Bu bölge Greklerce (yunancada) Media (Μηδία) olarak tanımlanmıştır. M.Ö. 6'ncı yy.'da, Medler günümüz Azerbaycan'ından kuzeye, Orta Asya ve Afganistan'a dek uzanan bir imparatorluk kurmuşlardır.
Medler İran'ın bir imparatorluk ve bir millet olarak kurulmasına, ve altın çağına Büyük Kurush döneminde ulaşan, ilk birleşik Pers / Med İmparatorluğu'nun oluşmasına önayak olmuşlardır. Bu durum (Aryani kültürel ve milli birlik) Pers İmparatoru Achaemenid'in büyükbabası Med Şâhı Astyages'i öldürerek Pers İmparatorluğu'nu kurmasına dek devam etmiştir. Bu noktaya dek, bütün İranlılar Mede veya Mada (Med) olarak adlandırılmıştır. Med kralı Astiyag"ın yeğeni Kiros"un saray darbesiyle, siyasal otorite ilk defa Güneybatı İran'da yoğunlaşan Pers aristokrasisinin eline geçer ve kısa bir süre sonra M.Ö. 550'li yıllarda güçlü ve merkezi bir Pers imparatorluğunun kuruluşuyla Medler yıkılır.
Bazı kaynaklarda Kürt olarak yazılan bilgilerin kaynağı olmadığından yorumlarla genellikle Kürtlerin atası diye yazılır.


Medli yüzü (kabartmadan yakın detay)

Medler, isimlerini medyadan almış olan, günümüz İran'ında hüküm sürmüş bir halktır. Tarihçiler tarafından, Toros-Zagros dağ sistemi içinde ve Fırat-Dicle arasında yaşadıkları için, verimli ve üretken bir medeniyetin toplumu olarak adlandırılmışlardır.
Urartulardan sonra, bu sefer daha doğuda bulunan ve Mezopotamya medeniyetinin önemli kabilelerinden olan Gutilerin bir devamı gibi Babillerle ittifak halinde hareket eden Aryen kökenli MED aşiretler federasyonu, M.Ö. 625'lerde Asur İmparatorluğu'nu yıkar. Babil bir kez daha ve son olarak üstünlük kazanır. Medlerin gevşek federasyonu, yükselen Aryen-Pers kökenli Akhamenit hanedanlığıiçin bir geçiş rolünü oynar.
Med kralı Astiyag"ın yeğeni Kiros"un saray darbesiyle, siyasal otorite ilk defa Güneybatı İran'da yoğunlaşan Pers aristokrasisinin eline geçer ve kısa bir süre sonra M.Ö. 550'li yıllarda güçlü ve merkezi bir Pers imparatorluğunun kuruluşuyla Medler yıkılır.
Kadim zamanlarda Medler diğer İranlılar'la karışık olarak evlendiler, özellikle Persler'le. Bu nedenle birçok modern İranlı Medlerin torunlarıdır. Bunula birlikte, Medler günümüz Kürt'lerinin ataları olarak kabul edilmektedirler.
Bazı kişisel isimler dışında, Medlerin dili hemen hemen hiç bilinmemektedir, fakat şüphesiz Avesta ve İskit dilleri ile ve modern Kurmanci veya Kürt dili [kaynak yok] ile büyük ölçüde benzerlikler göstermektedir; bazı araştırmalarda Persler ve Medlerin birbiri ile iletişim kurabildikleri gözlemlenmiştir.

Herodot'un Altı Med Kabilesi
Herodot, i. 101, altı Med aşiretinin ismini listeler:

Böylelikle Deioces Medleri tek bir millet çatısı altında topladı, ve tek başına onlarda hüküm sürdü. Şimdi bunlar şu aşiretlere bayanmaktaydı: Busaeler, Paretaseniler, Struşatlar, Arizantiler, Budiiler, ve Magiler.
Herodot aynı zamanda "Medlerin Perslele kesinlikle aynı aletlere ve Medlerle Perslerin olağan giyimlerinin gerçekten farksız." olduğunun altını çizmiştir (7.62).

"Bu Medler eski zamanlarda herkes tarafından Aryanlar olarak anılmış; fakat Karadenizliler (Colchian), Atina'dan buraya geldiklerinde, isimlerini Media olarak değiştirdiler. Haddi zatında bu onların kendilerine verdikleri isimdi."
Medler, Herodot'un Tarihi (7.7). Medea Yunan Mitolojisi'nde Karadeniz-Trakyalı Jason'un karısı ve Argonautlar'ın büyücüsüdür.

Medler'e İlk Tarihsel Referanslar
Medlerin tarihi ve kökeni çok belirsizdir, hemen hemen hiçbir çağdaş bilgiye, nede Medya'nın kendisine ait bir yazıt veya anıta sahip değiliz. Herhangi bir tarihsel değeri bulunmayan, Ctesias'ın anlattığı bir hikaye dışında (dokuz kralın isminin bulunduğu, M.Ö. 880'lerde Diod'da korunan Nineveh'in yok edilmesi gerektiğini söyleyen Arbaces ile başlayan bir liste. ii. 32 sqq. ve sonraki pek çok yazar tarafından kopyalandı; isimlerin bazılarının yerel geleneklerden türetildiği düşünülmekte).
Josephus Medler ile ilişkilidir. (Tev. Madai) Japheth'in oğlu Madai Tevrat'ta bulunan bir kişiliktir. "Şimdi Grekler tarafından Media olarak anılan, Madeanlardan gelen Madai'den Japhet'in oğulları olan Javan ve Madai" Yahudiler'in Antik Tarihi, I:6.
Strabo, Ptolomeus, Herodot, Polybius, ve Pliny gibi öteki tarihçilere göre, Mantiane, Martiane, Matiane, Matiene gibi isimler Medya'nın Kuzey kısımlarını adlandırmak için kullanılmıştır.
İranlı elementlerin diğer kabileleri yöneten İranlı isimleri taşıyan prenslerin vesilesi ile nasıl yavaş yavaş nasıl egemen hale geldiğini rahatlıkla görebiliriz. Fakat Gelae, Tapuri, Cadusii, Amardi, Utii ve kuzey Medya ve Hazar kıyılarındaki diğer aşiretler İranlıların egemenliği altında değildi. Polybius (V. 44, 9), Strabo (xi. 507, 508, 514), ve Pliny (vi. 46), Anariaci'yi bu aşiretler arasında saymışlardır; fakat "Aryan-olamayan" anlamına gelen onların ismi, büyük ihtimalle birçok ufak yerli aşireti ifade etmek için kullanılıyordu. Medler, Mada' halkı, (Grek formunda Μῆδοι, İyonik Μᾶδοι), ilk olarak M.Ö. 836'da görülür. İlk kayıtlar Assurlu fatih Shalmaneser III'ün "Amadai"'de Zagros'a karşı olan savaşlarla bağlantılı olarak övüldüğüne rastlanmaktadır. Onun halefleri Medler'e karşi pek çok seferlerde bulunmuştur (Madai).
Bu erken dönemde, Medler başka bir bozkır aşireti ile birlikte anılmıştır: baskın bir grup olan İskitler'le. Bunlar yerel idareciler altında birçok farklı kasaba ve bölgeye ayrışmıştı; Assurlar'ın yazıtlarındaki isimlerde, Zerdüşt'ün Zerdüştilik dinine inandıkları gözlemlenmektedir.
M.Ö. 800 yılındaki bir Assur askeri raporunda 28 Med şefinin ismi listelenmiştir, fakat bunlardan yalnızca birisi İranlı olarak tanımlanmıştır. M.Ö 700 yılındaki bir başka rapor 26 isim listeler; bunlardan, 5'i İranlı olarak gözükmektedir, diğerleri değildir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:31 pm

Kartacalılar
Vikipedi, özgür ansiklopedi

Kartaca, M.Ö 814 yılında, Filistin topraklarında bulunan Tire (Sur) kentinden gelen Fenikeli tüccarlar tarafından Tunus yarımadasında kurulmuş olan bir Fenike kolonisidir. Kartaca, Fenike dilinde QRT-HSDT (Kart-haşadt) yani "Yeni Şehir" anlamına gelmektedir.
Bugün için Kartaca ile ilgili yazılı kaynaklar, Romalı ve Yunanlı tarihçilerin çalışmalarıyla sınırlıdır. Gerek Kartacalıların gerekse de Fenikelilerin papirus kullanmaları ve bu materyalin zaman içinde dağılması sonucu, Kartaca ve Fenike yazılı kaynakları zamanımıza kadar ulaşmamışdır. Bu sonuçta kuşkusuz Pön savaşları sonunda Roma ordusunun Kartaca'yı yakıp yıkmasının da etkisi vardır.
Hem Antik Yunanistan hem de Roma İmparatorluğu'nun, Kartaca ile tarihin büyük bir bölümünde Akdeniz ticareti için rekabet halinde olmaları ve bu rekabetin sıcak çatışmalara varmış olması nedeniyle bu tarihçilerin çalışmaları büyük ölçüde önyargılı çalışmalardır.

Kuruluş ve Kolonileşme
6.Yüzyıl başında Babil Kralı Nabukadnezar tarafından Tire kenti yıkılınca, tüm Fenike kolonilerinin en büyüğü, en zengini ve en güçlüsü olan Kartaca bağımsız duruma geldi. Tire ve Sidon şehirlerinin İspanya ile Sicilya'da kurdukları koloniler Yunan istilalarıyla karşılaşınca Kartaca'dan yardım istediler. Sonuçta Sicilya üzerindeki Yunan gücü durdurulmakla kalmadı, Kartaca hem Sicilya'da, hem de Balear adaları ile İspanya kıyısında kendi kolonilerini kurdu. Ardından Sicilya, Sardunya ve Balear adalarının tamamı Kartaca tarafından ele geçirildi; Libya ve Cezayir kıyılarında yeni koloniler kuruldu. M.Ö 520 yılı civarında Cebelitarık Boğazı'nın ötesine yollanan bir keşif birliği, Fas, Moritanya, Senegal, Gine ve hatta Madeira ile Kanarya Adaları'nda yeni yerleşimler kurdu. Sürekli büyüyen Kartaca kentinin nüfus fazlası bu yeni yerleşimlere iskan ediliyordu. Özellikle Kuzey Afrika kolonilerindeki nüfusun yerli Afrikalılarla karışması sonucu ortaya Libyo-Fenikeliler olarak adlandırılan yeni bir ırk çıktı.
Kartaca kenti, Tyre (Sur) kenti kraliçesi Elishar tarafından (Yunan kaynaklarında Elissa ya da Elissar, Roma kaynaklarında Dido) İ.Ö. 814 ya da 813 yıllarında kurulmuştur.
Akdeniz’deki merkezi konumu Kartaca’ya deniz ticaretinde geniş olanaklar sağlamıştır. Fenikeli tüccarlar açısından geleneksel hale gelen Doğu Akdeniz ticaretinin yanı sıra Batı Akdeniz’e de aynı derecede yakın olmasıyla Kartacalı tüccarlar, Batı Akdeniz’de bağlı koloniler oluşturmakta gecikmediler.
Fenike kentleri, tarihlerinin hiçbir döneminde tam bağımsız kent devletleri olmamışlardır, komşuları olan güçlü devletlerin hegemonyalarını kabul etmiş, Akdeniz’de serbestçe ticaret yaparak servet edinmenin bir bedeli olarak gördükleri yıllık vergileri bu devletlere ödemişler, bunu ticari faaliyetlerin bir sabit maliyeti olarak görmüşlerdir. Dolayısıyla denizaşırı Fenike kolonileri de kendi politik ve ticari stratejilerini bağımsızca geliştirmişlerdir. Kartaca da bu denizaşırı kolonilerden biri olarak, konumunun getirdiği olanaklardan serbestçe yararlanmıştır.
İ.Ö. 509 yılında Roma Cumhuriyeti ile Kartaca arasında, Akdeniz’in ticari ve politik etki alanları olarak iki devlet arasında bölüşümünü sağlayan bir anlaşma da, Kartaca’nın Batı Akdeniz ve Kuzey Afrika kıyılarındaki genişlemesine katkıda bulunmuştu.
İ.Ö. 5. yüzyıl başlarında Kartaca artık Batı Akdeniz ve Kuzey Afrika kıyılarında geniş bir etki alanını kontrol etmektedir. Eski Fenike kolonilerini –yer yer zor kullanarak- kontrolü altına almış, Libya’daki göçebe çöl kabilelerini sindirmiştir. Akdeniz’de Kartaca genişlemesi, İspanya kıyılarından başlayarak iç kesimlere, Sicilya, Balear adaları, Sardunya ve Kuzey Afrika kıyılarındaki kolonileşmeyle altın devrine ulaşmıştır.

Kartaca İmparatorluğu'nun Siyasi Yapısı
Kartaca, iki kral, iki de kurul tarafından yönetiliyordu. İki kuruldan daha geniş yetkileri olan senato en varlıklı ailelerin reisleri arasından seçilen 300 kişiden oluşan bir kuruldu. Otuz kişilik bir iç kurul üyeliği ömür boyu olmakla birlikte diğer üyeler belirli aralıklarla seçim yoluyla yenilenirlerdi.
Meclis ise belirli bir varlık düzeyinin üstündeki tüm özgür Kartaca vatandaşlarından oluşmaktaydı. Esasen seçilen kralların onaylanması dışında fazla bir yetkisi yoktur.
Krallar bir yıllık görev süreleri için seçiliyorlardı. Yetkileri senatonun denetimi ve kamu kurumların yönetimi idi.

Ordu ve Donanma
Kara Ordusu
Başlarda antik çağın hemen her kara ordusundaki gibi Kartaca kara ordusu da hafif piyadeler, hafif süvari birlikleri ile hafif ve hızlı savaş arabalarından oluşmaktaydı.
Yunan kent devletleriyle yapılan çatışmalarda yeniliklere açık Kartaca yönetimi, ağır piyadenin etkinliğini ve bunların karşısında savaş arabalarının etkisizliğini fark etmiş, Spartalı bir paralı askeri, Kartaca kara ordusunu yeniden düzenlemekle görevlendirmişti.
Böylece yeniden düzenlenen Kartaca kara ordusunun piyade unsurları, falanks düzeninde çarpışan hopliteslerden oluşturulmuştur. Savaş arabalarının yerine daha sonraları Pers ordularından öğrendikleri filleri kullanmışlardır.
Donanmada olduğu gibi kara ordusunun da ağırlığını paralı askerlerden oluşmaktaydı.

Donanma
Kartaca'nın ekonomik gücünün deniz yoluyla yapılan ticarete dayanması onları, bu deniz yollarının güvenliğini sağlayacak güçlü ve dinamik bir donanma geliştirmeye zorlamıştır. Parçalar halinde neredeyse tüm Akdeniz'e yayılmış olan donanma, özellikle kıvrak korsan gemileriyle baş edebilecek tarzda imal edilmiş olup yelken ve gerektiğinde küreklerle idare ediliyordu ve seçkin bir mürettebatı barındırıyordu.
Her ne kadar Kartaca donanması dillere destan bir donanmaysa da, Roma ve müttefiklerinin (başta Yunan kent devletleri ve Yunan kolonileri) oluşturduğu bileşik donanma karşısında girişilen çatışmalarda başarılı olamamıştır.

Roma ile İlişkiler
İ.Ö. 6. yüzyılın sonlarından itibaren Roma ile Akdeniz'in etki alanı olarak paylaşılmasında, Kartaca ile Roma arasında ufak sürtüşmeler dışında pek fazla sorun yaşanmadı. Ancak İ.Ö. 3. yüzyılda dengeler değişmeye başlamıştır. İtalya yarımadasında Yunan kent devletleri üzerinde kesin hakimiyet kuran Roma, Akdeniz ticaretinden payını artırmaya gitmek yolundadır artık.
Akdeniz üzerindeki etki alanları çekişmesi, Pön savaşları olarak tarihe geçecek bir dizi çatışmaya yol açmıştır. Sicilya'daki Yunan kolonileriyle Kartaca arasında çıkan çatışmada, Yunan kolonilerinin Roma'nın yardımını istemeleri üzerine 1. Pön Savaşları çıkmıştır. İ.Ö. 265 yılında, ağırlıklı olarak deniz savaşlarıyla süren bu savaşlar İ.Ö. 241 yılında Kartaca'nın barış istemesiyle sonuçlanmıştır.
Bu yenilgiden sonra Kartaca İber yarımadası'na gözlerini dikmiştir. Kartaca, General Hamilcar Barca ve oğulları Hannibal ve Hasdrubal İber yarımadasının neredeyse tümünü kontrol altına almıştır. Roma'nın elinde sadece Saguntum kenti kalmıştı. Gelişmeleri endişeyle izleyen ve Kartaca'yla yeni bir çatışmayı politik olarak gerekli gören Roma, İ.Ö. 218 yılında, Kartaca ordularının Ebro nehrini geçmelerinin savaş durumu sayılacağını belirten bir girişimde bulunmuştur.
Bunun üzerine patlak veren 2. Pön Savaşlarında Hannibal kara ordusuyla İber yarımadasından kara yolunu kullanarak İtalya'ya ilerledi. 2. Pön Savaşları, Hannibal'in tarihin gördüğü en yetenekli komutanlardan sayılmasına neden olacak birbiri ardına kazanılan başarılarla sürdü. Ancak İtalya topraklarında kesin sonuçlu bir başarı sağlamayan Hannibal, Roma'nın İ.Ö. 204 yılında Kartaca yakınlarına bir çıkartma yapması üzerine İtalya'dan ayrılmak zorunda kalmıştır. İ.Ö. 203 yılında Zama savaşında Hannibal orduları Roma ordusu karşısında yenilgiye uğramış ve Kartaca, oldukça ağır barış koşullarını kabul etmiştir.
Bu iki yenilgi sonrasında gücünden çok şey kaybetmiş olan Kartaca'ya karşı Roma'nın son darbesi, İ.Ö. 149 yılında başlayan ve İ.Ö. 146 yılında Kartaca kentinin tümüyle yakılıp yıkılmasıyla son bulan 3. Pön Savaşıdır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:32 pm

Fenikeliler

Suriye ve bugünkü Lübnan kıyılarına yerleşmiş olan İlkçağ halkıdır. Milattan önce III. binyılda Akdeniz'in doğu kıyısına yerleşen Fenikeliler, buğday ve zeytinyağı üreten mükemmel çiftçilerdi. Kurdukları şehirler (Sur, Sidon, Biblos, Ugarit), zamanla büyük limanlara dönüşmüştü. Yaşadıkları dar kıyı şeridinden denize yönelmişler, gemiler yaparak serüvenlere atılmışlardı.

Gemici ve Tacirler

Fenikeliler astronomi bilgilerinden yararlanarak, üç yüzyıl boyunca Akdeniz'i enine boyuna dolaştılar, Kıbrıs'ta (orada bakır buldular), Girit'te, Sicilya ve Sardinya'da ticari koloniler kurdular. İspanya'ya kadar gittiler, Cebelitarık Boğazı'ndan aşıp Fas'a, hattâ Kamerun'a vardılar. M. Ö. IX. yy.da hızla gelişerek, Roma'ya rakip olacak Kartaca şehrini de Fenikeliler kurdular.

İşlenmiş bronzu, fildişini, seramiği, doğu camını ve özellikle lal renginde bir deniz kabuklusundan elde edilen boyayla boyanmış kumaşları her yörede tanıttılar. Siteleri çok zengin oldu, ama aynı krallar tarafından yönetilen bu siteler, birleşmeyi bilemediler ve M.Ö. VI. yy.da Perslere boyun eğmek zorunda kaldılar.

Fenikelilerin dini Yunan ve Roma inanışlarını, tapınışlarını etkiledi. Fenikeliler, tanrı Baal'e genç çocukları kurban eder, böylelikle denizlerde onun himayesini sağlamağa çalışırlardı. Güzel tapınaklar yapar, heykel yontar ve kuyumculuğu iyi bilirlerdi. Batılılara çok şey öğretmişler, özellikle alfabeyi de onlar icat etmişlerdi.

Fenike Dini

Doğa güçlerine, Bereket Tanrıçası Aştart'a, Dağlar Tanrısı Hodad'a, Gök Tanrısı Baal'e, vahşi bir yerde veya açıkhava tapmağında tanınırlardı Dikili bir taş, bir kazık veya bir ağaçla temsil edilen ilâhlara bazen bir çocuk kurban ederlerdi.

MEDENİYETLER TARİHİ Fenike1 MEDENİYETLER TARİHİ Fenike2

(Solda) Bereket ve Analık Tanrıçası Aştart'ı tasvir eden, oyma fildişi bir kabartma. Louvre Müzesi, Paris.

(Sağda) Fenikelilerde kuyumculuk sanatı: «Biblon Hazinesi»nden yer yer altın varakla kaplanmış, bronz heykelcikler (M.Ö. XVII. yy.). Beyrut Müzesi.

MEDENİYETLER TARİHİ Fenike3

Biblos sitesinin yıkıntıları. Önemli bir dini merkez olan Biblos, aynı zamanda Lübnan'ın kerestesini ve Kafkasya'nın bakırını ihraç eden büyük bir ticaret kentiydi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:33 pm

TARSUS İSMİ NEREDEN GELİYOR?
TARSUS'UN İSMİ VE KURULUŞU ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA
Tarsus'un ismi kuruluşu hakkında gerek Yunan mitolojisinde gerekse eski yazarların anlatımlarında çeşitli bilgiler verilmektedir.Antik çağlarda, Tarsus Çayı'na Kilikya'mn yerli halkı KYDNOS adını vermiştir. KYDNOS mitolojide nehir tanrısına verilen isimdir. Azra Erhat'ın Mitoloji Sözlüğü kitabında Kydnos aşağıdaki gibi an�*latılmaktadır: "KYDNOS: Kilikya'da bugün Tarsus Çayı diye anılan ırmağın tanrısı. Ana tarafından lapetos'un torunu sayılır. Kydnos'un Parthenios adlı bir oğlu varmış. Kydnos Innağı'nın denize döküldüğü yerde bir şehir kurup ona PARTHENİA adını vermişler. Bu şehir bugünkü Tarsus'tur.
Eski Yunan mitolojisinin bir anlatımına göre, Pegasus (Kanatlı uçan at) ve Bellerofontes Kilikya Ovası'nda yolunu şaşırmış ve Tarsus'un bulunduğu yerde ayağı sakatlanmış olduğundan, şehre Yunanca "ayak tabanı" anlamına gelen TARSOS ismi verilmiştir.Bazılarına göre de şehir adını TERSEİN (kurutmak) kelimesinden aldı. Tufandan sonra sular çekilince ilk önce burası kurumuştu.Diğer bir Yunan efsanesine göre, şehrin kurucusu oîan Kilikya ilahı SANDON ile bir tuttukları HERAKLES'tir. Herakles'in resimleri M.Ö.4. yüzyıla ait Tarsus sikkeleri üzerinde bulunmaktadır. 1875 yılında Tarsus Eski Ömerli Mahallesi'nde bulunan, şu anda İstanbul Arkeoloji Müzesl'ndeki bronz Herakles heykeli bu tanrıya Tarsus'ta tapınıldığının bir kanıtıdır.
Strabon'un Anadolu'nun Coğrafyası kitabında ise: 'Tarsos'a gelince, o bir ovada uzanır. İo'yu araştırmak üzere Triptolemos'la bir�*likte dolaşan Argoslular tarafından kurulmuştur." diye an�*latılmaktadır. Strabon M.Ö. 64 yılında Amasya'da doğan antik çağ yazarlarından biridir.Perseus'a ait bir başka mitolojik efsane ise, Perseus'un Andrasos ismindeki köyün yerinde Tarsus'u inşa ettiğini anlatmaktadır.
Antik devir yazarlarından Abydenos ve Beresos'a göre Asur Kralı Sanherip, Tarsus'u M.Ö.696 senesinde Babil şehrini örnek alarak inşaa etmiştir.Tarsus'un kuruluşuna ve ismine dair diğer Yunan efsane ve söylentilerinin hemen hemen hepsi Romalılar zamanında, özellikle Augustos devrinde ortaya çıkmıştır. Ancak bu söylentiler ve iddilar mitolojik olmaktan ileriye gidemediği için. bunlardan tarihî bir gerçek ortaya çıkarmak olası değildir.
Kentin adı ilk kez Hitit metinlerinde TAR-ŞA (URU-TAR-SA) biçiminde yazılmıştır. TARŞA olasılıkla tüm Çukurova'yı içine alan ve Kuzey Mezopatarnya'daki Hurrilerin kurduğu Kizuvatna krallığının merkeziydi, M.Ö.5. ve 4. yüzyıllarda Tarsus'un gerek kültürel gerekse etnolo�*jik bakımdan tamamen doğu memleketi özelliği taşıdığını görüyoruz. Bu yüzyıllarda Tarsus halkı arasında bir kısmı Yurıarılı'mn varlığı belli ise de, bunlar sırf ticaret amacıyla Tarsus'a gelip yerleşen ve azınlıkta olan kimselerdir.
M.Ö. 5. yüzyılın ikinci yansından ve daha ziyade 4. yüzyıldan itibaren görülen Yunan sikkelerinin varlığı, eko�*nomik amaçlarla meydana getirilmiş; Yunanlılara daha kolay ticaret yapabilme olanağını sağlayabilmek için, büyük ticaret şirketleri ta�*rafından bastırılmış olan ekonomik kültür etkileridir.Tarsus ismi ve kentin Kilikya Kralı Syennessis'in yönetim mer�*kezi olduğu, ilk kez M.Ö. 401 yılında, Ksenofon'un Anabasis isimli eserinde anlatılmaktadır.
M.Ö.5 yüzyılın ikinci yarısından itibaren Tarsus'a ait sikkeler üzerinde, kentin ismi gerek Aramice ve gerekse Grekçe yazı ile TARZ ve TEPEİ şekillerinde görülmektedir. Ama Tarsus ismine çok daha önce Asur kaynaklarında, Asur Kralı 3. Salmannassar (M.ö. 859-825) ve Sanherip (M.Ö. 704-68 l)'e ait bel�*gelerde TARZİ şeklinde anlatılmaktadır.Tarsus Çayı'nın iki yakasında yeni bir kentin temelleri Sanherip zamanında atılmıştır diyebiliriz. Aynı zamana ait bir başka Asur metninde ise kentin adı TARSİS biçiminde yazılmıştır. Demek oluyor ki. Yunan sömürgeciliği devrinden evvel, M.Ö.9. yüzyılın birinci yarısında, Tarsus ismi ve şehri Asur Kralı 3. S alman n as sar'm Kilikya'ya yaptığı seferlere ait resmi belgelerde, o zamanki Kilikya Prensliğİ'nin merkezi olarak anılmaktadır.
Tarsus ismi geçen Asurlular'a ait resmî belgelerin doğruluğundan hiç bir zaman kuşku duyulmayacağı gibi, Yunanlıların bilinen tarihlerden daha önce Kilikya'ya gelmiş olmaları da olası değildir. Yazarların, mi�*tolojik efsanelerin, Tarsus'un kuruluşuyla ilgili anlatımları bu du�*rumda gerçek olamamaktadır.Mitolojik bilgiler arasında yalnız bir tanesinde, gerçeğin bir dere�*ceye kadar gizlenmiş olduğu anlaşılıyor. O da Herakles Sandon'un yani sonuç itibariyle SANDON'un, Tarsus'un kurucusu olmasıdır. M.Ö. 4. asrın başından itibaren, Tarsus sikkeleri üzerinde Sandon (BAL TARZ) yani şehir tanrısı olarak görülmektedir. Sandon'un çok eski bir Kilikya tanrısı olduğu da genellikle kabul edilmektedir. Şehrin kuruluşunun böyle bir tanrıya atfedilmesi, onun tarihin ka�*ranlık devirlerinde meydana geldiğini anlatmaktadır. Zira, M.Ö. 9. yüzyılda, Asurlular zamanında. Tarsus bir idare merkezi olarak görüldüğünde, Tarsus'un kuruluşunun ve isminin o tarihten daha eski zamanlara gitmesi gerekmektedir, Tarsus isminin, yine çok eski bir Kilikya tanrısı olan TARHON veya TARKON'dan gelmiş olduğu muhtemeldir. Bu tann Hitit metin�*lerinde TARHUNT şeklinde gösterildiği gibi, Hititler zamanında ve daha Önce, Kilikya'nın da dahil bulunduğu ARZAVA Krallığının 4. Amenofis ile siyasî ilişkide bulunduğu prensi TARHUNDARABA ismini taşımaktadır.
Bundan başka Kilikya'da bulunan kitabelerde pek çok TARKU, TARKON ve bu kökle meydana gelen kişi isimlerine rastlanmaktadır.Tarsus'un koruyucu tann Sandon'a izafeten anılmaması şehrin isminin başka bir tanrıdan geldiğinin kanıtıdır. Buna göre şehrin kuruluşunun daha önceki tann olan TARHON'a bağlanması gerekmektedir. Tarsus'un isminin TARHON veya TARKON'dan türemiş olduğunu kabul edersek, bunun daha sonra Asur dilinde TARZI-Aramice'de TARZ, Grekçe'de TERSİ (TEPlIKON) ve nihayet Latince de TARSOS şeklini aldığını görürüz.Selefkoslar, olasılıkla 1. veya II. Antiokhes zamanında kentin adını Kydnos Antiokhiea'sı olarak değiştirirler.Tarsos adı Antiokhos Filopator IX (M.Ö. 113-95) zamanında yeniden kullanılmaya başlanmıştır.
M.Ö. 1. yüzyıl sikkelerinin üstünde Tarsos adı yazılıdır.Roma döneminde, Tarsus çeşitli imparatorlar adına lakaplar almıştır. Bu isim ya da lakaplar imparatorun yaşayışına göre Tarsus'a kısa imtiyazlar tanımıştır. Tarsus yeniden imar edilmiş ve halkın yaşam düzeyini arttırıcı tedbirler alınmıştır. Bu çalışmalardan ve imparatorlann isimlerinden dolayı Tarsus'a verilen lakaplar şöyle sıralanmıştır: Roma İmparatoru İladrianus'tan dolayı HADRLANE, imparator Commodius'dan dolayı KOMMODİANE, Severius'tan do�*layı SEVERİANE, Caracalla'dan (M. Aurelius Anloninius) dolayı ANTONİNİANE, Severîus Alexander'den dolayı SEVERİANE, Gordion zamanında da GORDIANE adıyla anılmıştır.
Tarsus ismi Araplar döneminde de değişik isimlerle anılmıştır. Arap kaynaklarında ve doğu kökenli tarihçilerin kitaplarında Tarsus'un ismi ile ilgili birçok açıklamalar vardır. Bunlardan:Ruhul-beyanda: "... O şehir Tarsus'tur. Cahillye devrinde ise EFSUS'tu." diye yazar.Kimi Arap kaynaklannda Tarasus olarak da ifade edilmiştir.'Yazan bilinmeyen el yazması bir kitapta ise Tarsus anlatılırken; "... Ve bunun adı Tevrat'ta Efsus'tur ve İncil'de Arsus'tur. Ve Arap dilince Tarsus'tur." diye bahseder.İslâm ananeleri arasında Tarsus'un, Adem'in oğlu Şii tarafından kurulduğu, kabrinin de Tarsus'ta olduğu efsanesi yer almaktadır



ATATÜRK TARSUS'TA
Mustafa Kemal Paşa, 31 Ekim 1918’de 7. Ordu komutanlığını devrederek Adana’ya geldi. Yıldırım Grup kumandanlığını Adana’da devir almak üzereyken Mondros Müterakesinin şartları ve yapılacak işlemler Mustafa Kemal Paşa’ya tebliğ edildi. Bir süre sonra İngilizlerin baskısıyla Yıldırım Grubu Lağvedilerek Mustafa Kemal Paşa ordusuz bir Ordusuz bir Kumandan haline getirildi. Bununla beraber Mustafa Kemal Paşa, baskı altında bulunan Osmanlı kabinesinin durumunu ve emrindeki az kuvveti de dikkate alarak Güney illerimize silah dağıtmak suretiyle Milli Mücadeleye girişmeyi ilk kez Adana’da düşünmeye başladı. Bu amaçla karargah kurduğu Şakirpaşa’dan sık sık ayrılarak, Tarsus’a bağlı Çamtepe Köyü ve Kavaklıhan tarafından incelemeler yaptı.Gülek Boğazını tutmak için siperler kazdırmaya başladı. Ancak bu çalışmalar 11 Kasım 1918’de kumandayı Nihat Paşa’ya bırakıp İstanbul’a hareketiyle son buldu.
Mustafa Kemal Paşa’nın Tarsus ve civarına ilk geliş nedenini yukarıdaki bölüm bize açık bir şekilde anlatmaktadır. Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Tarsus’a Konuk olmak üzere gelişi ise 17 Mart 1923 tür. 17 Mart 1923 günü, Mustafa Kemal ve beraberindekiler Adana’dan Mersin’e geçmiştir. Geceyi Mersinde geçireceği sanılırken, Mersin’de 4 saat gibi kısa bir süre kaldıktan sonra ani bir kararla Tarsus’a gelmek istemiştir. 17 Mart 1923 günü akşama doğru trenle Tarsus’a gelen Gazi Mustafa Kemal Paşa ve beraberindekilere Tarsus’ta muhteşem bir karşılama töreni hazırlanmıştır.



ESHAB-I KEHF

"HANİ O GENÇLER MAĞARAYA ÇEKİLMİŞLERDİ DE;
Ya Rabbi bize tarafından rahmet ver.
İşimizde doğruluğu, doğru rehber bulmamızı sağla...
DEMİŞLERDİ."
Kehf; 10
Kur'ân-ı Kerîm'in 17. suresi olan el Kehf'te, nispeten tafsilatlı sayılabilecek bir kıssa
anlatılmaktadır. Bu kıssa, bir grup gencin, zalim bir hükümdardan ve toplumdan kaçarak
sığındıkları mağarada 309 sene uyumalarını ve sonra uyandırılmalarını anlatır. Nuh tufanı
gibianonim olan ve dünyanın çeşitli yörelerindeki pek çok toplumun efsanelerinde yer alan
Eshab-ı Kehf olayının nerede ve hangi devirde yaşandığına dair kesin bir bilgi yoktur. Her
toplum, kendi bölgesinde yaşandığını iddia etmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'in berrak anlatımıyla
bir ibret levhası olarak gözler önüne serdiği bu olayın gerçekleştiği yer ve zamanı mütalaa
etmeden konu hakkında özet bilgi verelim.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:33 pm

YEDİ GENÇ ve KITMİR

Arapçada kehf; büyük mağara anlamına gelmektedir. Eshab-ı kehfin anlamı; mağara arkadaşları/dostlarıdır. Kur'ân-ı Kerîm'de buyurulduğuna göre bir grup genç, içinde yaşadıkları putperest topluluğun sapkınlıklarına karşı çıkarlar ve imanlarını o toplumun zalim hükümdarının yüzüne karşı söylemekten de çekinmezler. Bu yüzden iki ihtimalle karşı karşıya bırakılırlar; ya toplumun inancına ve geleneklerine ayak uyduracaklardır, veya öldürüleceklerdir. Gençler yaşadıkları şehirden, yanlarında Kıtmir isminde bir köpek olduğu halde hicret etmek zorunda kalırlar. Büyük bir mağaraya sığınırlar. Ağzı kuzeye bakan bu mağarada Allahü tealanın lütfu ile 309 sene uyurlar. Uyandıklarında geçen sürenin farkında değillerdir ve en fazla bir gün uyuduklarını zannederler. Karınları acıktığı için aralarından birini yiyecek almak üzere şehre gönderirler. Genç, izinsiz define bulduğu için şehirde tutuklanır ve başından geçenler dönemin hükümdarı taragından öğrenilir. Geçen 3 asrı aşkın süre içerisinde putperest inançlar silinmiş, insanlar bu olaydan ibret alabilecek olgunluğa erişmişlerdir.




YAŞADIKLARI DÖNEM
Tefsirciler ve tarihçilerin çoğu Eshab-ı Kehfin, Hazret-i İsa'dan hemen sonra yaşadıkları kanaatindedirler. Yine İslam alimleri, gençlerle ilgi şu bilgileri vermektedir. İsimleri; Yemlihâ, Mekselinâ, Mislinâ, Mernuş, Debernuş, Şâzenuş, Kefeştatayyuş ve köpekleri Kıtmîr. Yaşadıkları şehrin ismi Efsus'dur ve putperest hükümdar Dakyanus'un zamanında mağaraya sığınmışlar ve mümin hükümdar Teodüs'ün zamanında da uyanmışlardır.



MAĞARA NEREDE?
Uyudukları mağaranın yeri konusunda ise birbirinden çok farklı nakillerle karşı karşıyayız. İspanya'da; Kurtuba şehri civarında bulunan Cinanu'l verd'de, Şam civarında Belka'da bulunduğunu iddia edenlerin yanısıra Tarsus, Efes ve Elbistan olduğunu söyleyenler de vardır. Yer tayinlerinin çoğunun Anadolu'da yapıldığı gözönüne alınacak olursa bu kutlu gençlerin Türkiye sınırları içerisinde yaşadıklarını düşünebiliriz. Bu nedenle Anadolu'daki 3 yerle ilgili bilgilerimizi mütalaa edelim.

Anadolu'da mağaranın yeri için üç adres verilmektedir. Bunlardan Efes'te olduğu iddası hıristiyanlara aittir ve mağaranın giriş yönü de, şekli de Kur'ân-ı Kerîm'in bildirdiklerine uymaz. Sahih bilgilere en uygunu Tarsus'taki mağaradır. Fakat, Elbistan'daki mağaraya dair kayıtlar çok ilgi çekicidir. Efsus, eski adıyla Yarpuz, bugün Kahramanmaraş'a bağlı Afşin ilçesindedir. Bu çok eski ve tarihi şehrin adı Arabisus idi. Bu kelime, zaman içerisinde çeşitli toplulukların lehçelerine göre Arbsus, Arabsus, Ebsus ya da Efsus şeklinde telaffuz edilegelmiştir. Buraya Türklerin Obruk dediklerini de biz tespit etmiş bulunuyoruz. Divan-ı Lüğati't Türk'te yer alan bu kelimeyi Kaşgarlı Mahmud; "yere batmış, ortasında su bulunan dağ parçası" şeklinde izah eder ki, Afşin'deki mağarada bu özellikleri buluyoruz. Ülkemizde çok sayıda olan obruklar, yer altından akan suların gözleri gibidirler. Türkler, yazın peynir ve yağlarını muhafaa ettikleri serin dağ yarıklarına ve mağaralara da obruk derler.
Ünlü gezgin Ali b. Herevi'nin el yazması eserinden öğrendiğimize göre; bu zat, 560 H'de İstanbul-İznik-Seyitgazi-Konya yoluyla Obruk'a gelmiş ve burada Eshab-ı Kehf'e izafe edilen mağarayı inceleme imkanını bulmuştur. Gözlemlerini şu şekilde ifade etmektedir; "Obruk, Anadolu'da etraftan gelenlerin ziyaret ettikleri bir yerdir. Söylendiğine göre; Hazret-i Ömer b. Hattab'ın oğlu Ebû Ubeyde'nin meşhedi de burada imiş. Ben burasını görmeye azmettim. Obruk, bir dağın eteğindedir. Bir kapıdan girilip yer altından yüründükten sonra geniş bir yere çıkılır. Burası, yere batmış bir dağ görünümündedir. Yukarıdan gökyüzü görünür. Ortasında küçük bir göl vardır. Etrafını Rum çiftçilerin evleri daire gibi çevirmiştir. Bunların tarlaları dışarıdadır. İçeride bir kilise ve bir mescid vardır. Eğer ziyaretçi müslüman ise mescide, hıristiyan ise kiliseye götürülür. Buradan geniş bir mağaraya girilir. Mağarada, vücudlarında kılıç ve kargı izleri bulunan cesedler vardır. Üzerlerinde pamuklu elbiseler bulunan bu cesedler, sanki hayatta imişçesine hiç değişmemişlerdir. Bir köşede, arkalarını duvara vermiş dört kişi daha gördüm. Bunlardan birisi çocuk, birisi esmer bir erkektir. Bu erkek, pamuktan bir aba giymiş müsafaha ediyormuş gibi eli açık olan kolunda çocuğun başı vardır. Yanında, bir darbe ile üst dudağı yarılmış, dişleri meydana çıkmış bir erkek daha vardır. Bunların hepsi sarıklıdır. Burada gördüğüm bir tabutun içerisinde bir kadın vardır ki; memesi kucağındaki çocuğun ağzındadır. Arkalarını duvara dayamış beş kişi daha gördüm.. Yüksekçe bir yerde gözüme ilişen bir taht üzerinde on iki erkek cesedi daha vardı. Bunlardan birisi, el ve ayakları kınalanmış bir çocuktu. Bana, bunların cihad için buralara gelen Hazret-i Ömer'in oğlu Ebû Ubeyde ve ailesine ait olduğunu söylediler."

Abdullah b. Abbâs hazretlerinden gelen kayda göre Eshab-ı Kehf'in mağarası Efsus'tadır. Bu kutlu gençlere zulmeden hükümdarın ismi, kaynaklarda Dakyanus veya Dakyüs şeklinde geçmektedir. Uyandıkları zaman karşılaştıkları hükümdarın adı ise Teodüsyüs'tür. Dakyus Roma imparatorudur. Teodüsyüs ise, Roma ikiye bölündükten sonraki Doğu Roma (Bizans) imparatorlarından birisidir. Ne var ki, putperest olan Dakyüs, Anadoluyu hiç görmemiştir. Hükümdarlık yaptığı iki sene boyunca Kuzey Avrupada savaşmış ve burada öldürülmüştür. Eshab-ı Kehf'in Anadolu'da yaşadığı kesin olduğuna göre gençlerin karşılaştıkları Dakyüs, o zamanki Roma idari sistemine göre bir imparator gibi imtiyazlara sahip bir eyalet valisi olmalıdır. Hazret-i Ebubekr'in hilafeti sırasında Bizans imparatoruna elçi olarak gönderilen Ubade, Anadoludan geçerken Eshab-ı kehf'i ziyaret etmiştir. Abbasi halifelerinden el Vasık billah da, Muhammed b. Mûsâ isimli birisini, Eshab-ı Kehf'i tetkik için Anadoluya göndermiştir. Yine Ali b. Yahya isimli İslam ordusu komutanlarından birisi, bir sefer dönüşünde Eshab-ı Kehfin uyudukları mağarayı incelemiş ve gördüklerini detaylı bir şekilde nakletmiştir. Özetle söylemek gerekirse İslam alimleri, tarihçiler ve gezginler, Eshab-ı Kehfin Anadolu'da olduğunda hemfikirdirler. Ama Anadolunun neresindedir? Tarsus'ta mı, Afşin'de mi? İlim adamlarımız meseleyi berraklığa kavuşturacak ciddi bir araştırmaya henüz yönelmemişlerdir. Böyle bir çalışma başlatılırsa, bu kutlu gençlerin 309 yıllık uyku mekanı kesin olarak tesbit edilebilecektir.
Eğer böyle bir bahtiyarlık bizlere nasip olacaksa, İmam-ı Rabbani hazretlerinin şu sözlerini hatırlayarak ziyaret edeceğiz onları; "Eshab-ı Kehf, bir güzel iş yapmakla, yüksek derecelere kavuştu. Bu işleri de; din düşmanları her tarafı kapladığı vakit, kalplerindeki imanı korumak için başka bir yere hicret etmeleri idi. Dünyanın bugünkü halinde, Peygamberimizin sünnet-i seniyyesine uyanlar ne kadar bahtiyardır. Bugün ona iman edip az bir ibadet yapmak, sanki düşman saldırıp her tarafı kapladığı zamanda, askerin az bir hareketinin çok kıymetli olmasına benzer. Barış zamanında askerin bundan kat kat fazla çalışması böyle kıymetli olmaz."
Kaynak :Ahmet SARBAY
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:34 pm

Slavlar
Vikipedi, özgür ansiklopedi



Slavlar, Avrupa'da yaşayan en kalabalık etnik topluluk. Daha çok Avrupa'nın doğusunda ve güneydoğusunda yaşarlar. Ayrıca Asya'nın kuzey kesimlerinde yaşamaktadırlar.
Slavlar, Doğu Slavları, Batı Slavları ve Güney Slavları olmak üzere üç gruba ayrılırlar.
Ruslar, Ukraynalılar ve Beyaz Ruslar Doğu Slavları grubuna girer.
Polonyalılar, Çekler ve Slovaklar Batı Slavları grubuna girer.
Sırplar, Slovenler, Bulgarlar, Hırvatlar, Boşnaklar ve Makedonlar Güney Slavları grubuna girer.
Slavlar dini bakından Ortodokslar ve Katolikler olarak iki ana grupta toplanır. Ayrıca Müslüman ve Protestan Slavlar da vardır. Ortodoks Slavlar geleneksel olarak Kiril alfabesini, Katolik ve Müslüman (Kiril alfabesini kullanan Pomaklar hariç) Slavlar ise Latin alfabesini kullanırlar.


Slavlar Nerden Çıktı?

Bugünkü Rusya topraklarında Taş Devri’nden bu yana bir dizi uygarlık yaşamıştır. Tarihi kaynaklar, M.Ö. VII. yy ile M.S. IX. yy arasında Kimmerler, İskitler, Sarmatlar, Antlar ve başka halkların buralarda yerleşik olduklarını ortaya koyuyor. Rusların kökleri Slav ailesine dayanır. Bu aile, Doğu Slavları (Ruslar, Ukraynalılar, Belaruslar), Batı Slavları (Polonyalılar, Çekler, Slovaklar vs.) ve Güney Slavları (Bulgarlar, Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Makedonyalılar vs.) olarak kendi arasında üçe ayrılır. Bunlar dilleri bakımından Hind-Avrupa halklarıdır.
Pek çok tarihçiye göre Slavların kökeni, M.Ö. II. binyılın ortalarına, Orta ve Doğu Avrupa’ya dayanır. Bunlar daha sonra Güney’e (Balkanlar’a), Doğu’ya (Dnepr Nehri civarına) ve Kuzey’e doğru yayılmıştır.
“Slav” (Slovene) adına ilk kez M.S. VI. yy’da Nazianslı Pseudo-Césarios’un kitabında rastlanıyor. Ancak anlamı bilinmiyor. Pek çoklarına göre bu, Slavların tarih sahnesinde ilk görüldükleri dönem olarak kabul edilir.
İlk Slav vatanının, Vistül Nehri ile Pripet Havzası ve Orta Dnepr arasında olduğu sanılıyor. Hunlar ve Gotlar döneminde var olan Slav kavimleri VI. yy’da Avarların istilasına hedef oldular. Ardından Hazarların egemenliği gündeme geldi.
Doğu Slavları Dnepr, Volga, Don nehirleri civarındaki ormanlık alanda yaşıyorlardı. Zamanla Fin kavimlerinin topraklarına doğru ilerlemeye başladılar. Doğu Slavları ile İsveçlilerin ataları sayılan Normanlar arasında uzun çatışma dönemleri yaşandı.
“Rus” adının kökeni genellikle Norman Okulu ile bağlı sayılır. “Rus” veya “Rusi” kelimesinin, muhtemelen Fincedeki “Ruotsi”den geldiği kabul edilir. Bu, Naeller Gölü (Stockholm civarında) yakınlarındaki İsveçlililere takılan addı. Bunun “kayıkçılar, kürekçiler” anlamına geldiği söylenegelir. Kelime Slavcaya önce “Rusi” sonra da “Rus” olarak geçmiştir.
(Bir başka efsaneye göre, VI-IX. yy’larda Doğu Avrupa’da geniş bir alana yayılmış olan Slavlar zamanla bazı kavimler oluşturdu. Bunlardan birinin adının “Rus”, kıyısında yaşadıkları nehrin adının ise “Ros” olduğu ve Rusya adının buradan kaynaklanmış olabileceği de söylenir.) Avrupa’nın Doğu’ya açılan topraklarındaki nehirler arasında dağınık yerleşim birimleri oluşturan Slavlar, VIII. yy’da Varyag halkıyla (Vikinglerle) yoğun temaslar içine girdiler.
Rus devletlerinin temelinde sayılan ilk devlet organizasyonu, M.S. 862’de İlmen ve Ladoga gölleri civarındaki Novgorod’da (Yenişehir) İskandinav kökenli Vikinglerin lideri Rurik tarafından gerçekleştirilmiştir. Prens Rurik’in varisi olan Oleg ise 882’de Kiev’in kontrolünü ele geçirerek Kiev Rusyası’nın temellerini atmıştır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:35 pm

Toltekler
Vikipedi, özgür ansiklopedi




Toltekler, Kolomb-öncesi Amerika uygarlıklarından birini oluşturan halk olup, Meksika’daki Aztek-öncesi üç kültürden (Mayalar, Toltekler, Olmekler) biri olarak kabul edilirler. Meksika topraklarında ilk insan topluluklarına ait izler, prehistoryacılara göre, yaklaşık 20.000 yıl öncesine dayanır.
“Toltekler” sözcüğü Nahuatl dilinde “inşaatçı üstatlar” anlamına gelir. Hakkında fazla bilgi sahibi olunmayan kadim Amerika uygarlıklarından biri olan Toltekler’in kökeni ve yaşadıkları dönem hakkında çeşitli varsayımlar bulunmaktadır. Şimdilik en kabul gören varsayım, nereden geldikleri bilinmeyen bu halkın günümüzden 3300 yıl önce mevcut olduğudur. İleri bir uygarlık oluşturdukları sanılmaktadır. Başkentleri arkeologlara göre, Mexico’dan yaklaşık 80 km. uzaklıkta bulunan, Teotihuacan yakınlarındaki, Tula olarak belirtilen bir kenttir. Bir Toltek efsanesine göre Tula adı, aslında anavatanlarındaki, “ak dağ”ın bulunduğu bir adaydı.
Aztekler, terkedilmiş mükemmel Toltek yapıları ya da kalıntılarıyla karşılaştıklarında bu yapılara çeşitli yönlerden hayran kalmış ve onları ulu bir toplum olarak nitelendirmişlerdir. Mimarlık başta gelmek üzere bilgelik, adalet ve hoşgörü konusundaki ileri düzeyleri kendilerinden sonraki kuşakları öylesine etkilemiştir ki, Aztek hükümdarları dahil, Meksika topraklarındaki hemen hemen her hükümdar soyunu Toltekler'e dayandırma çabasında bulunmuştur. Kaynaklar Toltekler'de, kendilerinden sonraki kuşaklarda görülen dinsel ayinlerin bulunmadığını göstermektedir.
Nahuatl efsaneleri Toltekler'i tüm halkların ataları olarak kabul eder. Toltekler’in kökeni hakkındaki varsayımlardan biri onları Teotihuacan’da yaşamış olduğu ileri sürülen Şişimekler (Chichimèques) ile ilişkilendirir. Şişimek, Nahauatl dilinde "köpek kaynaklı, köpek kökenli, köpekten doğan" anlamlarına gelir. René Guénon ve J.Churchward ve birçok arkeolog tarafından desteklenen bir başka varsayıma göre Toltekler, yitik bir kıtadan Amerika’ya göç etmiş bir halkın torunlarıdır. Guénon’a göre Tula adı, binlerce yıl önce batmış olan bir kıtadaki orijinal inisiyatik merkezin adıydı ve bu kıtadan göç etmiş olanlar, diğer kıtalarda kurduklara inisiyatik merkezlere anavatandaki merkeze ithafen bu adı vermişlerdir. Fakat bu yitik kıtanın hangi kıta olduğu konusunda görüşler aynı değildir. Amerika’ya ilk göç edenleri Quetzallar olarak adlandıran J. Churchward’a göre, bu, Mu kıtasıdır. Edgar Cayce, Amerika’ya bu yitik kıtanın yanı sıra Atlantis’ten de göçler yapılmış olduğu düşüncesindedir. Aztek efsanelerine göre Amerika’ya göç ettikleri anavatanları Aztlan adı verilen deniz aşırı bir ülkedir.
Toltekler’in yaşadığı topraklar olarak, bugünkü Meksika’nın Tlaxcala, Hidalgo, México, Morelos ve Puebla eyaletleri gösterilir. Mayapán ve Matlazinca seramiklerinde halen Toltek sembollerine rastlandığı belirtilir ki, Toltekler’e ait bazı seramikler, yaşadıkları bölgeden çok uzak olan Costa Rica’da keşfedilmiştir.


Toltekler'in Batılılar'ca Atlantlar adı verilen, Ege havzasındaki karyatidlere benzer bir işlev gören, tapınağın çatı kısmını taşıyan sütun biçimli heykelleri

Kentleri
Toltekler’in inşa kalıntılarının bulunduğu başlıca yerleşim merkezleri Chichen Itza, Yukatan, Teotihuacan ve Tula'dır. Yukatan ve Tula’daki Toltek kabartmalarında temsil edilen başlıca hayvan figürleri kurt, kartal ve bazen de kaplandır.


  • Tula
Toltek başkenti olarak kabul edilen Tula'daki en çarpıcı eserlerden biri, Atlant denilen dev taş heykellerdir; bunlar alçak bir piramit platformunda 5 m. aralıklarla duran, muhtemelen vaktiyle bir tapınağın çatısını taşımakta olan, yani sütun görevi gören heykellerdir. 4.6 metre yüksekliğinde, tüylü saç modeli olan ve mızrak taşıyan bu heykeller kimilerine göre eski Amerika uygarlıklarında genel bir ilah olan ve bu kentte bazen Toltek hükümdarlarıyla, bazen de sabah yıldızı özdeşleştirilen Quetzalcoatl'ı (tüylü yılan) temsil eder. Bu ad, Toltekler ve Aztekler’de “sakallı yılan” anlamına gelir. Buradaki sütunlardan bazılarına ve mimari örnek ve damgalara, Yucatan'daki Chichen Itza bölgesinde de rastlanır. Tula kentinin kalıntılarının büyük kısmı halen keşfedilmemiş halde, toprak altında durmaktadır.





  • Chichen Itza
Chichen Itza'daki kalıntıların kısmen Toltekler'e, kısmen Mayalar'a ait olduğu sanılmaktadır. Burada her iki kültüre ait motifler görülmektedir. Buradaki en dikkat çeken bina El Castillo (Kale) denilen yerdeki piramidal tapınaktır, 9 katlı ve dört tarafından 91 basamak yükselen bir piramit olup, daha eski bir piramidin üzerine inşa edilmiştir. Bu piramitte yılın günleri ve ayları basamakların ve terasların sayısıyla temsil edilmektedir. Dört yöne yönelik olarak yapılmış olan merdivenlerin ilkbahar ve sonbahar gündönümleriyle ilgili bir rol oynadığı da düşünülmektedir. Güneşin açısıyla oluşan gölgeler, merdivenin alt ve üst kısımlarında başı ve kuyruğu olan ilah tüylü yılanın yeniden canlanışını ve yükselişini simgelemektedir. Bölgedeki diğer kalıntılar, bir gözlemevi ve birkaç mezarın bulunduğu bir piramittir. 52 heykelin bulunduğu diğer piramidin Maya-Toltek takvimindeki 52 zamanı temsil ettiği sanılmaktadır. Kentin 14.yy.'da bilinmeyen bir nedenle terkedildiği sanılmaktadır.

  • Teotihuacan (Teotiuakan)


Teotihuacan (ya da okunuşuyla Teotihuakan) günümüzde Kolomb-öncesi K.Amerika’nın en ünlü kenti olarak kabul edilmektedir. Kimler tarafından kurulduğu ve niçin aniden terkedildiği halen açıklığa kavuşmamış bu kadim metropolun kuruluş tarihi hakkında da farklı görüşler ileri sürülmektedir. Kentten söz eden -hiyeroglifik olmayan- hiçbir metin ve belge bulunmamaktadır.
Kentin kuruluşu ve adı
20.yy.’daki arkeolojik bulgular, Meksika’da Aztek kültüründen önce Toltekler gibi Aztekler’den daha ileri kültürlerin var olduğunu ortaya koymuştur ki, olasılıkla, Teotihuacan’ın kurucuları da bu Aztek-öncesi ileri kültürlerden biridir. Kente “Teotihuacan” adı kenti terkedilmiş haliyle bulan Aztekler tarafından verilmiş olup, Nahuatl dilinde “insanların ilahlar haline geldikleri yer” anlamına gelmektedir. Kentin ilk kurucularının kimler olduğu bilinmemekle birlikte, kentte sonradan Zapotekler ve Mixtekler gibi Maya topluluklarının da yaşamış olduğu ve son kazılarda bulunan bir gliften kente sonradan “değerli adama yeri” adının da verilmiş olduğu anlaşılmıştır. Fakat kentten çeşitli yazıtlarda Tollan adıyla söz edilmektedir ki, bu ad yüzyıllar sonra Toltekler’in değineceği kayıp başkent Tula’nın (Nahuatl dilinde Tollan Xicocotitlan) adının bir versiyonudur. René Guénon’a göre Tula binlerce yıl önce batmış olan bir kıtadaki orijinal inisiyatik merkezin adıydı ve bu kıtadan göç etmiş olanlar, diğer kıtalarda kurduklara inisiyatik merkezlere anavatandaki merkeze ithafen bu adı vermişlerdir. Bir Aztek efsanesine göre bu kent insanların vücudunu imal eden ilahların bir araya geldikleri yerdir.Kimi efsanelerde insan soyunu imal eden ilahlar, kimi efsanelerde ise insan kılığına girerek insanlara uygarlığı öğretmiş ve göklere dönmüş bir ilah olan Tüylü yılan tasvirlerinin ilk örneklerine bu kentte rastlanır.


Sit alanı
Teotihuacan sit alanı Mexico’nun 40 km. kuzeydoğusundaki San Juan Teotihuacan Belediyesi sınırları içinde yer almakta olup 30 km²’lik bir alanı kapsamaktadır. (Koordinatları:19° 41’ Kuzey, 98° 50’Batı) İlk hava fotoğrafları 1960'larda çekilen Teotihuacan’da arkeolojik kazılar 1905’de Léopold Batres ve ekibiyle başlamış, 1910’da Meksika’nın bağımsızlığının yüzüncü yılını kutlamak üzere kentteki piramitlerden en büyüğü olan Güneş Piramidi restore edilmiştir.
Yaklaşık 2.500 yıl önce 150-200.000 kişilik bir nüfusu barındırdığı sanılan kentin ana caddesi Aztekler’in verdiği adla “ölüler yolu” denilen, Güneş Piramidi, Ay Piramidi ve Quetzalcoatl (Tüylü yılan) Tapınağı ve ikinci derecede öneme sahip tapınak ve saraylar ile çevrelenen 1,5 km. uzunluğundaki yoldur. Güney ucunda Ay Piramidi yer alan bu ana yol kuzey-güney eksenini izler. Kent sokakları Milet ve Priene’dekigibi, ızgara sistemine göre düzenlenmiştir. Güneş Piramidi Cholula Büyük Piramidi’nden sonra Amerika’nın ikinci büyük piramidi olup, 65 m. yüksekliğiyle dünyada bilinen piramitler içinde üçüncü yüksek piramit olarak kabul edilir. Piramidin taban ölçüleri 110x130 m.’dir. Piramidin altında, son yıllarda, bir mağarada son bulan 100m.’lik bir tünel keşfedilmiştir. Kazılarda yeşim taşından ve onyx taşından yapılma buluntulara rastlanmıştır. Kentteki resimlerde diğer kimselerden daha görkemli ya da ayrıcalıklı giysilerle resmedilmiş bir kimse tasvirlerine rastlanmaması, arkeologlarda kentin bir kral yerine bir konsey tarafından yönetildiği fikrini uyandırmıştır.
Gizemleri




    • Teotihuacan kentiyle ilgili gizemlerden biri kentte yaşayanların henüz anlaşılamamış bir nedenle kenti aniden terk etmiş olmalarıdır.
    • Teotihuacan kentindeki yapıların konumları, Gize’deki piramitler gibi, Orion Takımyıldızının yerdeki yansıması olacak biçimde ve aynı zamanda, Queatzalcoatl Tapınağı’ndan hareketle gezegenlerin yerdeki yansıması olacak biçimde düzenlenmiştir.
    • Arkeologlar 1906’da Güneş Piramidi’nin belirli bir yüksekliğinde ve ayrıca tapınaklarda kara mika kaplamalarının olduğunu saptamışlardır ki, bölgeye kara mika mineralinin elde edilebileceği en yakın yer Güney Amerika kıtasındaki Brezilya’dır. Bu kara mika kaplamaları arkeologların halen açıklığa kavuşturamamış oldukları bir muamma oluşturmaktadır.




  • Yucatan (Yukatan)
Bugün Meksika'nın doğusunda bir eyalettir. Komşuları Quintana Roo ve Campeche'dir. Meksika körfezi'ne kıyısı vardır. Meksika'nın 31. eyaletidir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:36 pm

Urartu Uygarlığı

Günümüze dek ortaya çıkarılan yaklaşık 600 çivi yazılı yazıt, Urartu uygarlığının sırlarını anlatıyor.



Hormuzd Rassam, 1880 yılının sıcak bir Temmuz günü Van'a ayak bastı. Hiç vakit kaybetmeden bir ata atladı ve kale eteğinde yayılan eski şehre birkaç kilometre uzaklıktaki Toprakkale kayalıklarına tırmandı. Amerikalı misyoner Dr. D. Raynolds ve Van'da o dönem İngiltere'nin konsolos yardımcılığı görevini yürüten Topçu Yüzbaşı E. Clayton'ın, İstanbul'dan alınan fermanla onun adına yürüttüğü kazıların ilk sonuçlarını görmek için sabırsızlanıyordu.Tepeye yaklaştıkça, birkaç yıl önce sir Henry Layard'ın İstanbul'da, antikacı Sedrak Devgantz'dan aldığı altın kaplamalı tunç heykelcikler ve Müze-i Hümayun'ca satın alınmış, Van kaynaklı olduğu söylenen, insan başlı, kuş gövdeli tunç kazan kulplarını düşünerek atını mahmuzladı.
Musullu mütevazı bir Keldani aileden gelen bu Osmanlı Assurbilimci 1840'lardan beri Layard'ın yanında bilgili ve sadık bir arkeolog olarak yetişmiş ve eğitimini Magdalen Kolej'de tamamlamıştı.
1850'de Layard'la yaptığı ilk gezide Valilik mimarbaşısı Nikoğos'un rehberliğinde dolaştığı Van Kalesi kayalıkları onu çok etkilemişti. O zamanlar Assur kraliçesi Semiramis'in ( Ş ammuramat) yaptırdığı sanılan kale, kayalara oyulmuş uzun çivi yazıları ve görkemli mezar odalarıyla adeta gönüllerinde taht kurmuştu.
Ancak bu düşüncelerle heyecanla tırmandığı kazı alanını gördüğünde yaşadığı, tam anlamıyla bir düş kırıklığıydı. Defineciler tepeyi delik deşik etmişti. O ana kadar ele geçen buluntular ise ağırlığ ı "200 pound"u (yakla şık 80 kg.) geçmeyen kırık ve paslı kap kacak parçasıydı.
Assur başkentlerinde görmeye alıştığı uzun taş kabartma sıralarından ve çivi yazılı tabletlerden hiç iz yoktu. Bu eserlerle İngiltere'ye dönemezdi. Hocası Layard ve sponsor kurum British Museum'u hoşnut edecek "parçalar" bulmak üzere son bir gayretle çalışmaya girişti. Amacına ulaşması çok zaman almadı..
Modern arkeoloji teknikleriyle hiç bağdaşmayan yöntemlerle, derin kuyular açarak yürüttüğü kazılarda tunç kalkanlar, tunç boğa başları ile bir tapınak ortaya çıkardı ve bir ay sonra Van'dan ayrıldı. Assur İmparatorluğu'nun göz alıcı kültürel mirasının peşinde koşan bu bilim insanları, Urartu'nun henüz tam anlamıyla farkına varamamıştı.
Urartu'nun yeniden tüm ihtişamıyla hatırlanması için bilim dünyası 70 yıl beklemek zorunda kaldı. Hormuzd Rassam'dan 70 yıl sonra Van Gölü havzasını bisiklet sırtında gezen İngiliz arkeolog Charles A. Burney, Urartu adını pek çok yönüyle aydınlattı. Onun araştırmaları sayesinde, insanlık unutulmuş bir uygarlığı ana hatlarıyla tanımaya başlamıştı.
Bugüne geldiğimizde ise, Rassam'ın çok sayıda eseri ortaya çıkardığı Toprakkale'de Urartu'dan geriye pek az şey kalmış durumda. 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında İngiliz, Alman ve Ruslar tarafından yapılan ilk kazılardan sonra taş taş üstünde kalmayacak şekilde yağmalanan; Urartu hükümdarı II. Rusa'nın (İÖ 7. yüzyılın ikinci yarısı) kendi adını verdiği kutsal kentinde (Toprakkale), kayalara oyulmuş temel izleri ve bir su sarnıcı dışında artık hiç eser yok.
İÖ 9. yüzyıl ortalarından İÖ 7. yüzyıl ortalarına kadar biçimlenip gelişen Urartu uygarlığının keşfinde başrol oynayan bu kentte bulunan ve dünya müzelerinin vitrinlerini süsleyen şaheserler ise Urartu'nun adını ölümsüzleştiriyor.
Peki, kimdi bu Urartular? Doğu Anadolu'nun bu eski sakinleri, aşiretlerden böyle güçlü bir devlet sistemini nasıl yaratabilmişlerdi? Bu soruların yanıtı, bugüne kadar bulunmuş, sayıları 600'ü bulan çivi yazılı yazıtta gizli. Bu yazıtlardaki resmi tarihin yanı sıra gün ışığına çıkarılan kalıntılar Urartu uygarlığına ait sırları birer birer ortaya döküyor.
Ama yazıtlarda kendisini "evrenin kralı", "krallar kralı" gibi abartılı unvanlarla tanımlayan gururlu hükümdarlara ne denli güvenilebilir? Yenilgi ve başarısızlıklarından asla söz etmeyen bir hükümdarın verdiği bilgiler ne dereceye kadar doğru olabilir?
Doğruluğuna emin olduğumuz şeylerden biri, yazıtlarında kendilerini Biainili olarak andıkları ve Bian adının, Vian-Buan-Van değişimiyle günümüze değin ulaşmış olması. Güneydeki Mezopotamya halkları ise onlara daha çok Uruatru, Urartu ya da Uraştu demeyi tercih etmişti.
Urartu adını ilk kez İÖ 13. yüzyılda Assurlular kullanmıştı. Onlara göre, bu dağlık bölge Uruatri(u) ve Nairi denen iki büyük ülkeye ayrılıyordu ve çok sayıda aşiret arasında paylaşılmıştı.
Doğal bir kale görünümündeki Doğu Anadolu yüksek yaylasının engebelerle birbirinden ayrılan irili ufaklı vadilerini mesken tutan bu eski aşiretler, daha çok küçükbaş hayvan besiciliği yapıyorlardı.
İÖ 9. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, Van Gölü havzasında giderek güçlenen bir krallığın ayak sesleri duyulmaya başladı.
Yakın Doğu'nun eski güç dengelerinden Hitit ve Mitanni imparatorlukları tarih sahnesinden çekilirken, onların yerini yeni aktörler almaya başlamıştı.
O dönemde Mezopotamya'da parlayan Sami kökenli Assurluların belgelerinde, Urartulu Aramu'dan (Arame) ve ordularından söz ediliyor. Bu belgelerde adı Aramice'ye benzeyen Aramu'nun, Doğu Anadolu'nun yerli aşiretlerini denetim altına almaya başlayan ilk Urartu hükümdarı olduğu kaydediliyor.

Prof. Dr. Veli Selin


Tanrı İrmuşini Tapınağı
Çavuştepe'de Aşağı Kale'de Tanrı İrmuşini adına yapılmış tapınağın kapısındaki çivi yazılı Urartuca kitabe, sert bazalta oyulmuş ve yüzeyi özenle zımparalanmış.

Haldi Tapınağı
Ayanis'teki Haldi Tapınağı'na 210 cm uzunluğundaki bir koridorla geçiliyor. Tabanı su mermeri levhalarla kaplı koridorun yan duvarları ve cephesinde kral II.Rusa'nın başarılarını anlatan bir yazıt yer alıyor.

2475 Taş
Van yakınlarındaki Kalecik'te büyük bir özen ve geometri ile dikilmiş 2475 taş, yöresel kireç taşından yapılmış. Boyları 130-80 santimetre arasında değişen bu taşların sırrı henüz çözülemedi ama Urartular'ın gözünde büyük önem taşıyor olmalıydı.





Aslan başı bilezikler
Tunç bir halkanın uçlarındaki altın kaplama aslan başı şeklindeki bu bileziği Urartu soyluları ve bürokratları kullanıyordu. Urartu kuyumculuğunun şaheserlerinden olan 8,8 santimetre çapındaki eser Van Müzesi'nde sergileniyor.


Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:37 pm

Emeviler
Vikipedi, özgür ansiklopedi



Emeviler (Arapça: بنو أمية/الأمويون, Farsça: اموىان), Dört Halife Dönemi’nden (632-661) sonra Müslüman Arap devletine egemen olan hanedandır. Hz. Ali’nin 661’de öldürülmesinden sonra başa geçen Emeviler, 750’de Abbasiler tarafından yıkılıncaya değin hüküm sürdüler.

Tarih
Emevi hanedanın kurucusu Muaviye, Mekkeli Kureyş kabilesine bağlı Ümeyye ailesinden geliyordu. Emeviler, ailenin adından dolayı Beni Ümeyye olarak da anılır. Muaviye, Hz. Ömer döneminde 641'de Şam valisi olmuş ve Suriye'yi denetimi altına almıştı. Muaviye, 656’da başa geçen Hz. Ali'nin halifeliğini tanımadı ve onu üçüncü halife Hz. Osman'ın öldürülmesinden sorumlu tuttu. Hz. Ali, Şam valiliğine bir başkasını atayınca da çekişme savaşa dönüştü. Muaviye, Sıffin Savaşı'nda (657) yenilmek üzere olan askerlerinin mızraklarına Kuran yapraklarını taktırdı ve böylece Hz. Ali'nin ordusunu durdurdu. Halifelik sorununu savaşla değil hakeme başvurarak çözmeyi önerdi. Ne var ki Muaviye’nin hakemi Hz. Ali’nin hakemini ikna ederek Muaviye’yi halife ilan etti. Hz. Ali bu sonucu kabul etmemekle birlikte denetimindeki toprakları yavaş yavaş yitirdi ve bir süre sonra da öldürüldü.
Muaviye, Hz. Ali'nin 661'de öldürülmesinden sonra halifeliğini ilan etti ve böylece Emevi yönetimi başladı. Muaviye, halifeliğini tanımayanları sert bir biçimde bastırdı ve iç karışıklıklara son verdi. Ardından yeni fetihlere girişti. Emevi egemenliğini doğuda Hindistan sınırına, batıda Kuzey Afrika'ya, oradan da Güney İspanya'ya kadar yaydı. Yeni kurulan donanmayla 669-678 arasında Bizans’ın başkenti Konstantinopolis'i (İstanbul) ele geçirmek için seferler düzenlendi, ama başarılı olamadı. Muaviye 680’de öldüğünde ardında güçlü bir devlet bıraktı. Halifeliği dinsel önderliğin yanı sıra tam bir siyasal önderliğe dönüştürdü. Halifelik merkezini de kutsal topraklardaki Mekke’den Şam’a taşıdı. Artık halife bir kurul tarafından seçilmiyor, babadan oğula geçiyordu. Nitekim Muaviye’nin yerine oğlu I. Yezid halife oldu.
I. Yezid tahta çıktığında yeni bir halifelik sorunuyla karşı karşıya kaldı. Hz. Ali'nin küçük oğlu Hüseyin, halifeliğin kendi hakkı olduğunu ileri sürdü ve Yezid'in halifeliğini tanımadı. Yezid sorunu askeri yöntemlerle çözmeye karar verdi ve Hüseyin ile yandaşlarını 681’de Kerbela'da kıyıma uğrattı. Bu olay, İslam tarihindeki Sünni ve Alevi-Şii mezhep ayrılığını da kesinleştirdi. I. Yezid, yaklaşık üç yıl iktidarda kaldı, ama İslam tarihine en acımasız hükümdarlardan biri olarak geçti. I. Yezid'in ölümünden sonra 683’te oğlu II. Muaviye halife oldu. II. Muaviye’nin iktidarı yalnızca bir yıl sürdü. II. Muaviye ve önceki iki hükümdar, Ebu Süfyan’ın soyundan geldikleri için Süfyaniler olarak anılır.
II. Muaviye’den sonra 684'te I. Mervan halife olarak Emevi Devleti’nde Mervaniler dönemini başlattı. Emeviler en parlak dönemini I. Mervan’ın oğlu Abdülmelik döneminde (685-705) yaşadı. Bu dönemde Irak ve İran'daki ayaklanmalar bastırıldı. Hindistan ve Orta Asya'da yeni fetihlerle devletin sınırları genişletildi. Süleyman’ın halifeliği sırasında Bizans İmparatoru III. Leon'un 717'de Emevi ordusunu ağır bir yenilgiye uğratması, Emevi Devleti’nin gerileme döneminin başlangıcı oldu. Araplar arasında kabile çatışmaları yeniden başladı ve "Mevali" denen, Arap olmayan Müslümanların merkezi yönetime karşı hoşnutsuzlukları arttı. 707-720 arasında halifelik eden Ömer'in başlattığı yenileşme hareketleri de kalıcı bir sonuç getirmedi. Hişam döneminde (724-743), 732'de İspanya üzerinden Fransa'yı fethe girişen Emevi ordusu Poitiers'de (Puvatya) durduruldu. Emeviler Anadolu'da Bizans’a karşı üstünlüklerini de yitirdiler. Orta Asya'da Türkler, Kuzey Afrika'da Berberiler Emevi egemenliğine başkaldırdılar.
Son Emevi Halifesi II. Mervan döneminde (744-750) Abbasiler denetiminde gelişen muhalefet Emevi egemenliğini sarstı. Emevi Devleti’nin yıkılışında Ebu Müslim Horasani önemli rol oynadı. Sonunda Abbasilerin önderi Ebu'l-Abbas, Emevi egemenliğine son verdi ve Emevi hanedanının bütün üyelerini öldürdü. Bu kıyımdan canını kurtarabilen Abdurrahman, İspanya'ya giderek orada Endülüs Emevileri Devleti’ni kurdu.

Devlet Yönetimi
Emevi devleti ile birlikte islamda yozlaşma başlamıştır.Hz Muhammed'in hadislerinin yazılmasını yasaklamasına rağmen Emevi halifeleri uydurma hadisler yazmış,bu uydurma hadisler İslam dinini yozlaştırmıştır.Dini siyasette kullanmaya çalışan,yaptıkları her işin din adına yapıldığını söyleyen Emevi liderler, Hz. Muhammed'in torunlarını da öldürmekten çekinmemişlerdir.
Emeviler dönemindeki devlet yönetimi sonraki İslam devletlerine örnek oluşturdu. Hz. Ömer döneminde (634-644) ortaya çıkan divan adlı kurumu Emeviler daha da geliştirdi. Halifeler devlet işlerini vezirler aracılığıyla yürütmeye başladılar. Emevi toprakları eyaletlere ayrılarak yönetildi, ama eyaletler Şam’daki merkezi devlete bağlıydı. Emevi Devleti, İslam devleti olmaktan çok bir Arap devletiydi. Emeviler, Müslüman Araplar ile Arap olmayan Müslümanları birbirinden ayırıyorlardı; Arap olmayan Müslümanlara Mevali diyorlardı. Emevi Devleti’nin yıkılmasında en önemli etkenlerden biri bu ayrımcılık oldu. Araplaştırma siyasetinin bir sonucu olarak Arapça devletin tek resmi diliydi. Devlet gelirleri, dinsel gereklerden kaynaklanan vergiler ile fethedilen yerlerden ve savaşlardan elde edilen ganimetlerden oluşuyordu. İslam tarihinde ilk altın para da Abdülmelik döneminde (685-705) basıldı.

Emevi Sanatı
Emevi sanatı, özellikle mimarlık alanında gelişmişti. Emevi döneminden günümüze pek çok cami, saray, kale gibi yapılar kalmıştır. Emevi sanatı, Yunan, Bizans, İran’daki Sasani sanatının etkilenmiştir.
I. Velid döneminde (705-715) Şam'da yaptırılan Emeviye Camisi (ya da Ümeyye Camisi), Emevi mimarlığının karakteristik özelliklerini taşır. Dikdörtgen planlı cami, eski bir Roma tapınağının temeli üzerinde yükselir. Yapı, dört büyük ayağın taşıdığı dört kemere oturtulan bir kubbeyle örtülüdür. Caminin kare planlı üç minaresi vardır. Avlusunu üç yandan iki katlı revaklarla çevrilidir. Emeviye Camisi, günümüze pek az örneği kalan zengin mozaik bezemeleriyle de dikkati çeker. Bu bezemelerde Yunan ve Bizans etkileri açıkça görülür. Kudüs'te sekiz köşeli Kubbetü's-Sahra da (ya da Ömer Camisi) Emevi mimarisinin önemli bir örneğidir. Emevilere karşı ayaklanan Abdullah bin Zübeyr Mekke'yi ele geçirince, Halife Abdülmelik Hz. Muhammed'in namaz kılmış olduğu yerde, Müslümanların hac ödevini yerine getirmeleri için bu camiyi yaptırmıştır. Gene Abdülmelik döneminde Kudüs'te yapılan Mescid-i Aksa büyüklüğüyle dikkat çeker.
Emevilerin Suriye çöllerinde yaptırdıkları saray, köşk, kale gibi yapılardan günümüze çok azı ulaşmıştır. Lût Gölü'nün kuzey ucundaki Kuseyr Amra Köşkü, çevresi geniş surla çevrili bir alandadır ve salon ile hamamdan oluşur. Salonun duvarlarının Emevilerin askeri zaferlerini betimleyen resimler kaplı olması dikkat çekicidir. Bu resimlerde de Yunan ve İran etkisi görülür. Emevi sanatının bir özelliği de, duvar yüzeylerini hiç boş yer bırakmaksızın bezemekti. Şam'ın 200 km güneyinde kurulmuş tipik bir çöl sarayı olan Mşatta Sarayı, kulelerle güçlendirilmiş bir surun ortasında yer alır. Mşatta Sarayı’nın içinde de Yunan ve İran etkisi taşıyan zengin bezemeler vardır.
Emevilerden kalan bir başka yapı biçimi de bir tür han olan ribat idi. Bir surla çevrili olan ribatlarda odalar, ambar, ahır, sarnıç ve gözcü kuleleri bulunuyordu. Uzun yolculuklar sırasında konaklamak için kullanılan ribat, aynı zamanda küçük birer askeri üstü.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:38 pm

Germenler
“Germenler” günümüz Avrupası halklarını oluşturan “aslî nesep”lerden birisi sayılıyorlar. İsveç, Norveç, Danimarka, Almanya, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, Avusturya, İsviçre, Kuzey İtalya, İzlanda, hatta Kuzey ve Orta Fransa ile aşağı İskoçya ve İngiltere’yi oluşturan halkların kökeni “Germen.” Ancak, bu insanlar kendilerine “Germen” demezlermiş. Hatta “Germen” sözcüğünün nereden geldiği de kesin olarak bilinmiyor.
Germen kavimleri, etnik bir dayanışma içine de girmememişler. Tersine, Milâttan sonra yedinci yüzyıldan itibaren çeşitli halklara bölünmüşler. Bu halklar giderek ayrışmış, farklılaşmış ve Avrupa’nın ulus-devletlerini oluşturmuşlar.
Alev Alatlı - Avrupa Kökler, Efsaneler, İnançlar
Denizci bir kavim olan Germenler, İskandinavya'nın güneyinden gelerek Keltleri yerlerinden sürdüler ve M.Ö. III. yy. dan itibaren bugünkü Almanya'ya yerleştiler. Sonra, Miladın ilk yüzyılları boyunca, Germanya dedikleri topraklarını, Urallar'a ve Karadeniz'e kadar genişlettiler.
Germenler her şeyden önce savaşçıydı; silâh olarak mızrak (kargı), çift yüzlü balta ve uzun kılıç kullanırlardı. Val-Hall veya Walhalla adlı bir cennete ve bu cennette ölülerin tanrılarla birlikte yaşadığına inanırlardı; bu tanrıların en güçlüsü, Wotan da denen Odin'di. Germenler, Roma İmparatorluğu'yla ilişki kurunca, Hıristiyanlığı benimsediler: M.S. IV. yy.da Kutsal Kitap, Gotların piskoposu Ulfilas tarafından dillerine tercüme edildi.
IV. yy .a kadar Ren ve Tuna boylarını ellerinde tutan Germenler 376 yılında Hun istilâlarına karşı koyamadı ve bu, Avrupa'da büyük kavimler göçünün başlangıcı oldu.

Avrupa'yı İstilâ Edenler
Vizigotlar («Bilge Gotlar») Tuna'yı aştılar, Roma'yı yağma ederek 410'da Galya'nın güneyine yerleştiler: Akitanya'da bir krallık kurdular. Sonra İspanya'yı istilâ ederek (476) Arap fethine kadar (711) burada kaldılar. Vandallar da aynı yolu izleyerek Kuzey Afrika'ya ulaştılar.
Burgondlar Ron vadisinde durdular (Burgonya adı buradan gelir); Alamanlar ve Vizigotlar gibi bunlar da bir gün Franklar tarafından ezilecektir. Ostrogotlar İtalya'da, ışıklı sanatı ve ince uygarlığı bakımından ilgi çeken Ravenna Krallığı'nı kurdular. Nihayet Angllar ve Saksonlar da İngiltere'yi istilâ ettiler. Böylece, Roma İmparatorluğu tamamen fethedilir ve yıkılır.
Kelt sanatından ve Gotlar aracılığıyla doğu sanatlarından etkilenen Germen sanatının örnekleri arasında, mine işlemeli mücevherler, bunlarda yer alan hayvan figürleri, güneşi temsil eden gamalı haçlar sayılabilir.

Büyük Germen Kavimleri


  • Alamanlar
  • Burgondlar
  • Franklar
  • Ostrogotlar
  • Vandallar
  • Vizigotlar
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:38 pm

Traklar
Vikipedi, özgür ansiklopedi

Trakialar, Antik çağda bugünkü Trakya, Bulgaristan ve Kuzey Yunanistan'da yaşamış, M.Ö. 4. yüzyılda Büyük İskender'in topraklarını ele geçirmesiyle asimile olmuş bir kavimdir.
Herodot'a göre Hindulardan sonra dünya üzerindeki en kalabalık halk idiler. Bu kavmin en önemli boylarını Odrüsler, Getler ve Daklar teşkil etmekteydi.


  • Astai: Yıldız dağlarında oturmuş olanlar
  • Apsintiler: Enez doğusunda oturmuş olanlar
  • Binnai: Meriç'in orta ve aşağısında oturmuş olanlar
  • Bessalar: Rodop ile haimos arasındaki vadilerde oturmuş olanlar
  • Bettegerriler: Edirne civarında oturmuş olanlar
  • Bisaltlar: Akte yarımadasında oturmuş olanlar
  • Bistanlar: Ege kıyılarında oturmuş olanlar
  • Briantlar: Semadirek adası karşısında oturmuş olanlar
  • Danthaletler: Yukarı Vardar bölgesinde oturmuş olanlar
  • Darsiler: Aşağı vardar mecrasında oturmuş olanlar
  • Digerler: Rila vadisinin kuzeyinde oturmuş olanlar
  • Drugeriler: Orta Meriç bölgesinde oturmuş olanlar
  • Hedonlar: Aşağı vardar vadisinde oturmuş olanlar
  • Tynler: İğneliada ve midye bölgesinde oturmuş olanlar
  • Kainoiler: Marmara sahilinde oturmuş olanlar
  • Kebreniler: Arisbos çayı üzerinde oturmuş olanlar
  • Kikonlar: Biston gölü civarında oturmuş olanlar
  • Kovpiller: Dedeağaç bölgesinde oturmuş olanlar
  • Kalopothaklar: Enez'in güneyinden gelibolu yarımadasına kadar olan bölgede oturmuş olanlar
  • Ladepsoylar: Ergene vadisinde oturmuş olanlar
  • Mygdonlar: Axias ile vardar arasında oturmuş olanlar
  • Nipsoylar: Kıyılara yakın yerlerde oturmuş olanlar
  • Odomantlar: Aşağı vardar vadisinde oturmuş olanlar
  • Odrysler: Tunca vadisinden sahile kadar olan bölgede oturmuş olanlar
  • Paitler: Aşağı meriç'ten melas nehrine kadar olan bölgede oturmuş olanlar
  • Pieresler: Makedonya'dan sürülmiş olanlar
  • Pyrageriler: Arsuz bölgesinde oturmuş olanlar
  • Saioylar: Taşoz civarında oturmuş olanlar
  • Sapailar: Bistanis gölü ve rodopların içine kadar olan bölgede oturmuş olanlar
  • Satrailer: Rodoplarda oturmuş olanlar
  • Selletler: Balkanlarda oturmuş olanlar
  • Serdailer: Sofya civarında oturmuş olanlar
  • Setonlar: Pallene yarımadasında oturmuş olanlar
  • Sintoylar: Axias ile Vardar arasındaki dağlık bölgede oturmuş olanlar
  • Trallesler: Yukarı nestosta oturmuş olanlar
  • Hypsaltalar: Odryslerin komşusu olup Meriç bölgesinde yaşamış olanlar
Yazı kullanmadıklarından yazılı bir eser bırakmayan Trakialar'ın kökeni ancak Eski Yunanca'da anılan Trakça kelimelerle saptanabilmiş ve Hint-Avrupa dil ailesine ait oldukları belirlenmiştir. Trakya bölgesinin her üç ülkesinde de, Trakialardan günümüze kalabilmiş tek yapılar olan kral mezarları yığma tepelere (tümülüs) rastlanır. Öte yandan yapılan yeni araştırmalar sonucunda sunulan yorumlarda ise Trak'ların Prototürk halklarından olması muhtemeldir. Prototürk kelimesi Öntürk anlamına gelmektedir.
Bilindiği üzere Trakya'daki tümülüsler Ortaasyadaki kurganlara benzemektedir.Tümülüslerde Orta Asya geleneği olan kişinin atlarıyla gömülmesine rastlanılmıştır. Traklarında Türkler gibi savaşçı bir kavim oldukları da tarihte yazılmaktadır ve bu kavim Türkler gibi eski Çağlara ait taş yapılı yerleşim yeri kalıntıları pek fazla bırakmamıştır.
Traklar
Türk 'ler gibi diğer medeniyetlerde asker olarak görev almışlardır ve benliklerini kaybetmişerdir. Traklar (Roma İmparatorluğu) 'nda Türkler ise Kuzey Afrika, Çin ve Rusya Topraklarında benliklerini kısmen ve ya tamamen yitirmişerdir.
Traklar aynı zamanda
Troia (Troy, Truva) medeniyetinin de kurucusudur. Troia şehri Trakların bir kısmına başkentlik yapmıştır. Kral ve üst kesim burada yaşarken çiftçiler at yetiştiricileri ve asker aileleri başkente Trakya'dan hizmet etmekteydi. Truva destanında şehirdeki üstün Trakya atlarının salıverilme operasyonundan bahsedilir.
Trakların atlardaki kabiliyeti bir kez daha Türkleri hatırlatmaktadır. Troia svaşında is baş komutan general Turku'dur. Trakya'daki Arda nehrinin adı Orta Asyadan gelmekte, şamanlar için kutsaldır Arda ismini kullanan hazar kökenli Türk Boyu kavmi lideri Ardahan şehri ile yaşamaktadır.
Truva savaşında ağır yara alan halkın bir kısmı buradan göç etmiştir ve kalanlar bir daha bölgeye eskisi kadar hakim olamamıştır. Göç edenlerin gittikleri yer ise italya istikametidir. Bu göçmenler orada yunanlılar tarafından arafından Tyrrhenoi veya Tyrrsenoi adlarıyla bilinmişlerdir.
Bu halk Büyük Roma İmparatorluğunun kurucuları olan
Etrüsk'lerdir.
Türk, Trak , Etrüsk, Truva, İtalya' daki Tarch(u)na (Tarquinii bugünkü Tarquinia-Corneto) kenti görüldüğü üzere birbirlerine gerçekten benzemektedirler. Etrüskler ile Türkler arasındaki bağlantının kanıtları ise şöyle sıralanabilir:
Etrüsk dilindeki ve Türkçe’deki sözcük benzerlikleri.Dil benzerliği, Kültür ve Gramer, Runik Yazı, Ölümle ilgili adetlerdeki benzerlikler.
Etrüsk iskeletleri üzerinde ve Anadolu’da yapılan DNA testlerinin sonuçları.
Örneklerine yalnızca Anadolu’da rastlanan kulplu kazan gibi metalurji örneklerinin Etrüskler’de de görülmesi.
Etrüskçe’nin Türkçe gibi agglutinant bir dil olması.
Etrüsk yazısında kullanılan birçok yazı karakterinin Orta-Asya’da ve Doğu Anadolu’da rastlanan Proto-Türkler’e ait runik yazıdaki karakterlere eş olması.
Bu konuda Ünlü Tarihçimiz
Kazım Mirşan önemli bulgular elde etmiştir.
Soyunu kurta dayandıran halklar yalnızca Türkler, Moğollar ve Etrüsklerdir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:41 pm

Truvalılar

Troya şehrinin kurulmasıyla ilgili mitosta, Troaslı İlios günün birinde Frigya Kralı'nın düzenlediği bir yarışmaya katılarak birinci olur. Kazandığı ödüller içinde kara benekli bir inek de vardır. Biliciler İlios'a ineği izlemesini ve kentini ineğin durduğu yerde kurmasını söylerler. İnek gidip gidip Karamenderes (Skamondros) ile Dümrek (Smois) ırmaklarının arasında denize yakın bir yerde durur. Kurulan şehre önce İlios, sonra kurucunun atalarında Tros'un anısına Troya adı verilir. Bir süre sonra Zeus kente Pallas Athena heykeli indirecek, İlios da heykelin indiği yere Athena tapınağını yapacaktır. İlios soyu çoğalarak Priamos'a kadar gelir. Homeros'un İlyada'sında geçen şu çok ünlü savaşın hikayesi ise kısaca şöyle ortaya çıkmıştır; Tanrı Zeus'un bir kuğu şekline girerek Leda'dan peydah ettiği Helena evlenecek yaşa gelince Akhaların önde gelenleri Tündareos'un sarayına giderler. Burada Tündareos ya da Helena'nın seçimiyle, Menelaos Helena'nın kocası olur. Daha sonra Tündareos ölünce Sparta Krallığı Menelaos'a kalmıştır.
Efsaneye göre, savaşın nedeni ise Iolkos Kralı Pelans ile Thetis'in düğünlerine davet edilmeyen kavga tanrıçası Eris'in, sinirlenip bir oyun düzenlemesi ve Hera, Afrodit ve Athena'nın oturduğu ziyafet sofrasına, üzerinde 'en güzele' yazılı bir elma atmasıyla başlar. Elmanın kimin olduğu üzerine 3 güzel tartışmaya başlarlar ve Zeus'tan bu sorunu çözmesini isterler. Zeus işin içinden çıkamayınca, çareyi dağlarda çobanlık yapan ve yalnız yaşayan Paris'i rehber ilan etmekte bulur. Güzellerden her biri kendisini seçmesi için Paris'e bir şey vadederler. Paris Afrodit'e kanar ve dünyanın en güzel kadınını elde etmek için Afrodit'i yarışmanın birincisi seçer. Paris, Afrodit'in yardımıyla Sparta'ya gider, Helen'i kaçırır, prensi olduğu Troya şehrine geri döner. Bunun üzerine Sparta Kralı Menelaos, Akha ordularını toplayarak Troya'ya savaş açar. Böylece 10 yıl sürecek Troya savaşı başlamış olur.
Troya, Kazdağı'nın eteğinde, Skomondros(K. Menderes) ile Simoeis(dümreli) çaylarının sınırladıkları ve bir yanı Ege denizine, bir yanı boğaza bakan üç
gen biçimli, ova egemen yüksekçe bir yerde kurulmuş, Schilemann, Dorgfeld ve Blegen tarafından kazılımıştır. 1871'de Schilemann, Priamos'un hazinesini bulma umuduyla işe başlamıştır. 1882'de Schilemann, W.Dorpfeld ile birlikte çalışmış ve Dorpfeld burada 9 yapı katı saptamıştır. 1932-1938 arası Carl.W.Blegen başkanlığında yapılan kazılar sonucunda Dorpfeld'in 9 kültür katı, 30'a yakın yerleşme katına bölünmüştür. Troya şu anda Monfred Korfmann tarafından kazılmaktadır.

Troya 1 (MÖ 3000-2500)
Troya 1'in en gelişmiş evresi 1.y'de kentin çapı 90 metreydi. Toya 1'in ana girişi güney tarafta ve duvarı çok iyi korunmuş durumdadır. İki kule ile savunulan kent kapısı 2.97 metre enindeydi. 3 metre kadar genişlikte dar bir koridor şeklinde bu girişin iki yanında üçgen şeklinde yapılmış olan savunma kulelerinin de doğu yönündekinin alt kısmı ve bitişindeki sur kalıntıları görülebilir. Yüksekliği 3.5 metreye yakın olan kule kalıntısının tabanının irü taşlardan oluştuğu, duvarlarının da yukarıya doğru çıktıkça küçülen taşlardan örüldügünü görmekteyiz. Troya 1'e ait en sağlam kalıntı ****ron tarzı bir evdir(1b). Onun altındaki yapı ise 1a katmanına aittir. Yine ****ron tarzı evin dıştan ölcüsü 18,75*7 metre, duvar örtüsü balık sırtı şeklindedir. Büyük odasında biri tam ortada, diğeri doğu duvara yakın olmak üzere 2 ocak bulunmuştur. Sadece birinci ocak görülebilir durumdadır. Aynı odada kuzey ve doğu duvara doğru dayanan ve günümüzde izleri belli olmayan platform, 2 metre uzunluğunda, 90 cm genişliğinde ve ve 30 cm yüksekliğindeydi. Bu ****ron yapısı bugüne değin bilinen en eski örnekti. Güneyinde pek belirgin olmayan 5 paralel duvar kalıntısının da ****ron tipi yapı olma olasılığı vardır. 1987 yılında Troya 1 evresine ait duvarların hemen hepsi temizlenmiştir. Schilemann yarmasındaki yapılar Troya 1 evresine aittir ve MÖ 3000-2800'lere tarihlenmektedir. Troya 1 büyük bir tahriple son bulmuştur.

Troya 2 (MÖ 2500-2200)
Troya 2'nin çapı 110 metreyi geçmekte ve 7 yapı katından oluşmaktaydı. Troya 1 bir yangınla son bulmasına rağmen Troya 2'de gelişmeler görülür. Fakat kültür değişikliği yoktur. Eski dünyanın batısında, bir plan sistemi gösteren ilk kent olma özelliğini taşır. Anıtsal ölçüde ****ronların yanyana bir cephe oluşturacak biçimde sıralanmaları ve bu yapı kompleksine propilonla girilmesi sistemi, 700 yıl sonraki Tiryns akropolünde görülmektedir.
En geç evresi olan 2g yapı katında yerleşmenin orta noktasında yer alan, ****ron tipi plana göre inşaa edilen yapının krala ait olabileceği, değilse bile bir bir toplantı yeri olabileceği tahmin edilmektedir. Bu yapı evresindeki planların ****ron tipinin türevleri oldukları görülmektedir. Konutların büyüklükleri arasındaki farklılıklar ise Troya 2g yerleşmesinde yaşayan toplumda belirli bir sosyal farklılaşmanın olduğunun kanıtıdır.
Troya 2, üç ana evresiyle tanmlanmaktadır.(2a, 2b, 2c-g) Bunların herbirinin yeni bir sur duvarı vardır. 2a'dan FL ve FN olarak gösterilen, üstleri açık ve koridorlu 2 geçit kalmıştır. Bunlar 2b'nin duvarlarına uydurulmuş ve kullanılmaya devam edilmiştir. FM (c5-6) ve FO(f-g6-7) kapıları ana girişlerdir. Büyük ****ronun ( ) olarak gösterilen çoğu yeri Schilemann'ın kuzey-güney açması sırasında tahrip olmuştur.
Troya 2 büyük kent kapısı güney surunun(FN) ortasında idi. Güneybatı kapısının (FM gc) kalıntıları ve taş döşemeli 21x7,5 metre boyutlarındaki rampası iyi korunmuştur. Bu rampa, girişi 5,25 metre uzunluğunda ve 2 kanatlı bir kapısı olan, FM propilonuna çıkıyordu. ****ron planlı (FM) propilonu 2c-g evrelerine aitti. FN kapısı 2c'nin ana girişiydi. Son evreye ait olan giriş, FN ile gösterilen büyük propilondu ve ****ron biçimindeydi. Buradan 2c-g (2200-2100) yıllarında yapılan açık bir alana giriliyordu. Çakıl döşeli bir avlu içindeki alan 2a ve 2b'nin kent duvarlarının üstü düzeltilerek yapılmıştı.
Büyük ****ron (2a), 2c yapı katına aitti. 1989 kazılarında yapının yangın geçirmiş doğu duvarı ortaya çıkarılmıştı. Yapı tepenin en yüksek noktasında ve çevreye çok hakim bir konumdaydı. Bir kısmı Schilemann'ın kuzey-güney açması ile tahribe uğramışsa da planı saptanmıştır. Dorpfeld'in saptadığı 2h, 2r, 2f ****ronlarının da kral ailesine ait olmsası muhtemeldir. 2d yapısı ise depo niteliğindedir.
Schilemann tarafından 1871-90 yılları arasında yapılan çalışmalarda Troya 2 yapı katmanları arasında ele geçirilen hazine buluntusu çok gelişmiş bir metal işçiliğinin örneği ve gelişmiş bir dış ticaretin göstergesidir. Schilemann, Priamos'un diye nitelediği hazineyi Troya 2'nin rampalı kapısının batı duvarı dibinde bulmuştur. Bu evrenin çanak çömleği de karakteristiktir. Kazılarda Troya 2'ye ait buluntuların çoğunun 1 metre kalınlığında bir yangın molozunun atından çıkması, bu kentin ani bir istilaya uğradığının bir göstergesidir. Bu nedenle Schilemann burayı Homeros'un İlyada'sında geçen Troya olarak nitelendirmiştir. Aynı dönemde Batı Anadolu ve Kıta Yunanistan'ındaki çeşitli yerleşimlerdeki benzer yıkımlar ve izleyen dönemde bu kentlerin kültür yaşamında görülen uzun süreli durgunlukların MÖ 2000 yıllarının başlarında Orta Avrupa'dan gelen Hint-Avrupa kökenli göçlerden olduğu sanılmaktadır. Troya 2'yi dışardan gelen göçmen toplulukların yıktığı ve buraya yerleşmeden yollarına devam ettikleri sonucuna varılmıştır.

Troya 3 (MÖ 2200-2050)
Hisarlık höyüğündeki 3. Erken Tunç Çağı yerleşmesinde yaşam şeklinin pek değişmediği görülmektedir. Bu dönemde 4 yapı evresi saptanmış ve höyüğün 3 metre daha yükseldiği anlaşılmıştır.
Evlerin döşemelerinin daha önceki gibi sıkıştırlmış kil ya da toprakla kaplandığı, duvarların da aynı şekilde örüldüğü biliniyor olsa bile bu dönemde bağımsız konutlara rastlanmamaktadır. Bitişik yapılan evlerin arasında kalan sokaklar oldukça dardır. Daha önceki dönemden farklı olarak, kent surlarının tamamen taştan yapıldığı ve hatıllarla güçlendirilmiş kerpiclerin kullanılmadığı görülmektedir. Son yapılan kazılarda Troya 4'ün altındaki tabakalarda bir sınır ya da teras duvarı ortaya açığa çıkarılmıştır ve bunun Troya 2'nin sonu olabileceği düşünülmektedir. Ayrıca, kuzeye doğru, üzerinde beyaza boyanmış ker***lerin olduğu, bir yapıya ait taş temel bulunmuştur. Bu dönemde pişmiş kap üretiminde ve dokumacılıkta eskiden beri bilinen gelenekler sürdürülmüştür.

Troya 4 (MÖ 2050-1900)
Beş ayrı yapım evresinin izlendiği bu kat Erken Tunç çağının son yerleşmesidir. Kazılarda ele geçen eşyalardan Kıta Yunanistan'ı, Ege adaları ve Orta Anadolu'yla ilişkilerin yoğunlaştığı anlaşılmaktadır. Bitişik yapılmış, kil döşemeli taş temel üzerine ker***ten oluşturulmuş duvarları olan evlere ve ilk kez avlularda yer alan kubbeli fırınlara rastlanmıştır.
Troya 4 evresine ait, üstüste 6 yangın evresinin olduğunu bilmekteyiz.Doğu profilinde bunu açıkça görmek olasıdır.Bütün bu tabakaları 4.evreye tarihlememizin nedeni, binaların aynı yapım planlarını izlemiş olmasıdır.Bitişik yapılmış olan bu evlerin hepsinde, girişin sağ ya da solunda mutlaka oval fırın vardır.Binalar ve tabanlar inanılmaz derecede güneye doğru eğim yapmışlardır.Bu nedenle, höyüğün kenarında olan bu önemli buluntuları saptamak mümkün olmuştur. Böylece Troya 4'ün mimari planı açık bir şekilde gözönündedir. En alttaki yanık tabakada, bir oda içinde yabani hayvan kemiklerine rastlanması, bunların o dönemde sürekli meydana gelen yangınlardan kaynaklandığını düşündürebilir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:42 pm

Troya 5 (İ.Ö. 1900-1800)
6 yapım evresinin saptandığı iki metre kalınlığa sahip bu yerleşme katmanında Batı Anadolu'da, Erken Tunç Çağı'ndan Orta Tunç Çağı'na geçiş dönemine rastlanmıştır. Bu dönemde Ege dünyasıyla süregelen ilişkilere Kıbrıs'la başlayan ilişkilerin eklendiği sanılmaktadır.
Surların alt kısımları işlenmemiş taşlardan ve üst kısımları ker***ten yapılmıştır. Evlerin planlanmış döneme göre daha düzenli olduğu, dikdörtgen bir alanın üç tarafına küçük odaların yapıldığı, odaların köşelerinde kilden yapılmış oturma veya yatak sekilerinin olduğu, kubbeli ocakların veya arı kovanı şeklindeki fırınların kullanıldığı anlaşılmaktadır. Evlerden birinin döşemesinin altında hocker tarzında (insanın ana karnındaki duruşu) gömülmüş yeni doğmuş bir bebeğin iskeletine ait kemik kalıntıları bulunmuştur.

Troya 6 (İ.Ö. 1800-1275)
Troya 6, 300.000 m2 bir alana yayılmıştır. Sekiz yapı katından oluşan 6'ncı yerleşme üç ana evre gösterir. En parlak devir Troya 6(f-e) evreleridir. Kazılarda elegeçen buluntular, tamamıyla yeni plan ve yapılar, Troya 6'nın o döneme kadarki yaşayanlarından başka insanlarla ilişkisi olmuş olabileceğini akla getirmektedir.
Sur duvarı, birbirine beş kapıyla bağlanan altı bölümden oluşur. Surun en görkemli bölümü 6g evresine giren bir kuledir ve uzunluğu 18, genişliği 8 metredir. Kulenin ortasında keskin köşeli bir sarnıç ve onun içinde sekiz metre derinlikte kayaya oyulmuş bir kuyu vardır. Bu kuyudan kuşatma sırasında yararlanılıyordu. Uzunluğu 41.5, genişliği 4.5 m. olup yüksekliği 4 m'yi geçen duvar boyunca dört dikey çıkıntıya rastlanır. Fakat bu duvar yüksek bir Roma dönemi duvarıyla kapanmaktadır. (6 r - 6 s)
Buleteryon ve Schliemann'ın kuzey-güney açması ile tahrip edilen duvarın doğu bölümü iyi durumdadır. 6 h kulesi tarafından tahrip edilen sur günümüzde etkileyici bir durumdadır. Bu duvarlar konglomera taş bloklar ile dörtgen kesilip dış yüzeyleri düşmanın tırmanmasını engelleyecek şekilde yontulduktan sonra harç kullanmadan içe doğru eğimli bir şekilde birleştirilmiştir. Her on metrede dişler yaparak kenti çevrelemektedir.
Troya 6'da kulelerin kullanılması bu dönemde şehrin güçlü olduğunu gösterir. Girişin koridor şeklinde olması kente buradan girebilecek düşmanların iki ateş arasında kalmasını sağlamak içindir.
Troya 6 yerleşmesinin sarayları ve diğer önemli yapıları, tepenin üzerinde yeralıyordu. Ancak Hellenistik dönemde Athena Tapınağı'nın inşasında bu yapıların bir kısmı tahrip olmuştur.
Akropolün güneybatısından (6 t) girerek hafif yokuş yukarı ana cadde izlenirse solda Direkli Ev olarak nitelendirilen yapıya gelinir. Troya 6 ve Troya 7a'da kullanıldığı düşünülmektedir. 26x12 m. boyutlarındadır. Yapıyı destekleyen direklerden biri belirgindir. Yapının güney duvarı daha kalın örülmüştür. Arka tarafta hafif bir genişleme gösteren yapı ****ron tarzında farklılık gösterir. Direkli evin kuzeydoğusunda 630 no.lu ev görülür. İÖ 1700'e tarihlenen evin duvarları küçük taşlardan meydana gelir.
6 g'nin kuzey bitişinde ****ron tarzı evlere rastlanmıştır. Bu odaların çoğundan kent nüfusunun bu dönemde birden arttığı, duvarlarının zayıf mimarisinden aceleyle yapıldıkları anlaşılmaktadır. Kazılarda bu odalarda erzak küplerinin çok sayıda bulunması kiler niteliğinde olabileceğini göstermektedir. Evlerin ortak özelliklerinden biri dışa, surlara bakan duvarlarının daha kalın ve özenli yapılmış olmasıdır. 6 c evinin bir kısmı Schilemann tarafından tahrip edilmiştir. 6 f yapısı farklı karakter göstrir. Duvarlar geniş ve büyük kesme taşlarla örülmüş olup dışta dişler yaparak bölümlere ayrılmıştır. 6 a yapısı 19,18x12,30m boyutlarında bir yapıdır. Troya 6'nın ****ron planını normal olarak gösteren yapılardandır.
Troya 6'nın önemli bir yapısı Antalı Ev -6 t- girişinin doğusunda bulunur. Üzerine gelen bulevteryon tarafından büyük ölçüde tahribe uğramıştır. Eve Anta adını veren taş halen yerindedir.
Akropol evlerinin birçoğu trapezoidaldir. Bu türdeki evlerin dar yüzleri kente, geniş yüzleri ise surlara bakmaktadır. Böylece trapezodial evler kuzeyden güneye doğru genişleyen ve yelpaze gibi açılan akropol planına uymaktadır. Homros'un İlyada'sında bahsettiği Priamos'un İlyon kenti, Troya 6h'dir. İlyada'da anlatılan ve 10 senelik savaş sonucu ele geçirilen kent burası idi. Odesya'da anlatılan İlyon tahribi ise 7a katında olmuştur.

Troya 7 (MÖ 1275-1240)
Troya 6'nın bir deprem ile son bulmasıyla Troya 7a katmanında depremin aralıklarla devam ettiği ve deprem sonucu yıkılan yapılar altında insan iskeletlerine rastlanması, buranın ansızın terkedildiği izlenimi yaratmaktadır. Yine de bir kültür değişikliğine rastlanmamıştır. 6h evresinde bulunan Minyas seramiğinin aynı bollukta 7a katında da varolduğu kaydedilmiştir. Bu dönemde plan ve mimarinin düzenlemesinde bir karakter değişikliği görülür. 6f-h evrelerindeki yüksek sanat düzeyinden ve kent planından bir eser kalmamış, ayrıca sosyal sınıf ayrılığı gösteren ev tipleri ortaya çıkmıştır. İyi korunmuş bu evler doğu suru ve kapısı arasında görülebilir. Bu köklü değişim deprem sonrası akropol dışında oturan halkın devlet yönetimine geçmesiyle ve kral ve soyluların ortadan kalkmasıyla açıklanabilir. Uzun zaman kral ve soyluların kendilerini sömürmesinden bıkan halk tabakası depremden yararlanıp bir darbe gerçekleştirimiş olabilir.

Troya 7b 1 (1240-1190)
7a katındaki yanık tabaka 50 ila 100 cm arasında değişen bir kalınlık gösterir. Bu tahribe karşın Troya'lılar kentlerine dönmüşler ve surlarla evleri onarmışlardır. Minyas seramiği üretimi devam etmiştir. İlk kez 7a'da görülen yapı tarzı burada da devam etmektedir.
Troya 7b 2 (MÖ 1190-1100)
Troya 6'dan sonra ilk kültür değişikliğine bu tabakada rastlanır. Bu katta Buckel keramik denilen ve benzerlerine yalnızca Balkan ülkelerinde rastlanan kurşuni renkli, yüksek keskin kulplu ve üzerleri boynuzcuklarla süslü kaplar görülür. Duvar örgüsünün dip kısmı ortostat şeklinde blok taşlarla güçlendirilmiştir. Bu tip bir ev 6u kapısının batısında görülmektedir.
Troya 7b 2'de yerleşen Balkan kökenli halk buraya zor kullanmadan gelmiş olmalıdır. Çünkü bundan önceki tabakada bir yangın veya tahribe rastlanmamıştır. Buradan, Ege göçüne ilk durağın Troya olmuş olabileceği akla gelir. Bu dönemde Troya akropolünün göçler nedeniyle gücünü yitirdiğini görmekteyiz. Troya 7 evresi için yeni yapılan çalışmalarda, önceden bilindiği gibi üç tabaka değilde, dört ya da beş tabakadan oluşmuş olma ihtimali belirmiştir.

Troya 8 (MÖ 700-350)
Bu evrenin buluntuları 7. yüzyıldan eskiye gitmez. İlk yapılara batı kapısının doğusunda rastlarız. Burası yukarı temenos olarak adlandırılan sunağın altına rastlamaktadır. Sunak Hellenistik dönemde yapılmıştır. Sunağın batısında bulunan ve kare plana sahip başka bir sunak ise Agustus dönemine aittir. Yukarı temenosun güneyinde "aşağı temenos" adı verilen ve içinde iki sunağın bulunduğu kutsal yer de Helenisitik dönemde inşaa edilmiştir. Bu dönemdeki en önemli yapı Athena tapınağıdır. Tapınak ve onu çeviren kutsal alan ve anıtsal giriş kapısının yapılması için düz bir platform elde etmek üzere höyük tepesinde bulunan eski yapı kalıntılarının bir kısmı yıkılarak düz bir saha açılmış ve üzerine inşaa edilmiştir. Bu yüzden bu devreye ait cevaplanamaycak sorular ortaya çıkmıştır. Geriye kalan son kalıntılar da Schilemann'ın büyük açmasıyla ortadan kalkmıştır. Homeros'un İlyada'sında Athena tapınağından bahsetmesi ve tapınağın kentin en yüksek noktasında bulunduğunu söylemesi arkeologları buranın bir tapınak olabileceği kanısına yöneltmiştir. Ancak, yapılan çalışmalarda yapının Athena Tapınağı olduğu konusunda herhangi bir somut kanıta rastlanmıştır. Tapınağın yeri Schliemann tarafında tamamen kazılmış olduğu için şu an burada derin bir çukur mevcuttur.
Herodotos'a göre Xerxes burada tanrıçaya bin öküz kurban etmiştir. İskender ise Granikos zaferinden sonra tapınağı ziyaret edip armağanlar sunmuş ve daha sonra gönderdiği bir mektupta buraya görkemli bir tapınak yaptıracağı konusunda söz vermiş olduğu bilinir. Strabon, İskender'in bu isteğini Lisimakos'un yerine getirdiğini söyler.

Troya 9 (MÖ 350-MS 400)
Roma döneminde Novum İlyum olarak bilinen kentin yapısal olarak çok büyüdüğü görülmektedir. Troya 9'un bu dönemde Sezar (İÖ 59-44) ve Oktavyus Ogustus (İÖ 31-14) devirlerinde kültür açısında yeni bir ivme kazanmıştır. Athena Tapınağı bu dönemde yapılan değişikliklerle genişletilmiştir. Troya bu dönemde Roma İmparatoru Büyük Konstantin (MS 324-327) tarafından başkentin yeri olarak düşünmüş, ancak daha sonra Bizantion'da karar kılmıştır.
Novum İlyum'um son yapılan çalışmalarda anıtsal bir yapıya sahip olduğu ortaya çıkmıştır. Bu yapıların çoğu yazılı kaynaklardan bilindiği üzere Julius Klaudyus hükümdarlığında ve daha sonraki hükümdarlar tarafından yapılmıştır.
İlyum kale duvarının tam önünde yeralan tiyatro, sunaklar ve ovaya doğru uzanan burun üzerindeki kuzeydoğu terasındaki büyük tiyatro gibi Hellenistik ve Roma dönemleri anıtlarına yeni bulgular da eklenince burası büyük şehir niteliğine bürünmektedir. Yapılan kazılar sonucunda görülmüştür ki Roma yapılarının temelleri çok derindedir. Bu yapılar arasında derinleşilen her kısımda Troya 6 evresine ait tabakalara rastlanmıştır. Bu açmalar, Troya 6-7 kale yerleşmesinin güney kapısından 100-170 m. kadar uzaktadır.
Bu devirde Athena tapınağının genişletildiği anlaşılmaktadır. Tapınağın dört tarafı 80 m. uzunluğunda sütun sıralarıyla çevriliydi. Bu büyük meydanın yapılması sırasında Troya 6'nın en önemli yapılarıyla Troya 7'nin evleri tahrip edilmiştir. Troya 6'nın büyük giriş kapısı, 7t nin hemen doğusunda, yarısı şehir surunun üstünde yeralan bulevteryon ve küçük tiyatro ile şehir duvarı üstünde bulunan tiyatro Roma çağına aittir.

Büyük Tiyatro
Kuzeydoğudaki tepenin yamacına yaslanmış bir vaziyettedir. Ovaya ve denize hakim bir konumdaki ve 10.000 kişi alabildiği sanılan bu yapıdan geriye çok az şey kalmıştır. Blegen yaptığı kazılarda sahne binasının ve orkestranın bir kısmını günışığına çıkarmıştır. Oturma sıralarının bulunduğu yamaç henüz kazılmamıştır.
Anıtsal Çeşme (Nimfeum)
Güneye doğru tarlaların içindeki kalıntıların anıtsal çeşmeye ait oldukları bilinmektedir. Burada insan ve hayvan figürleriyle süslü döşeme mozaiklerine reastlanmıştır. Bu mozaiğin üst kısmında üçüncü yüzyıla tarihlenmiş boyalı duvar sıvaları bulunmuştur.Aynı yönde 500 m. kadar ileride Troya 6'nın son evrelerine ait olduğu sanılan bir mezarlığa rastlanmıştır. Kazılarda ağızları kapalı olarak toprağın hemen altına gömülmüş değişik şekil ve büyüklüklerde pişmiş toprak testiler içinde ölülerin yakılmasından sonra geriye kalan kül ve kemik artıkları ele geçmiştir.
Küçük Tiyatro (Odeon)
En iyi korunmuş yapılardan biridir. Oturma sıraları sağlam durumdaki Odeon'un kavea bölümünün batısı, üst kısımdan itibaren toprakla doldurularak yükseltilmiştir.
Meclis Binası (Buleteryon)
Yapının daha önceleri Odeon olarak kullanılmış olabileceği sanılmaktadır. Önde dörtgen planlı bir girişi, arkasında yarım daire şeklinde bir orkestrası ve bunun gerisinde oturma sıralarının yeraldığı kavea yeralmaktadır. Giriş holünün Troya 6 sur duvarının üstüne oturtulmuş tek parçalı mermer eşiktaşı hala yerindedir.

Kaynak: genbilim.com
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:43 pm

Karadeniz Tarihi

Karadeniz'in doğu sahilleri ile ilgili ilk yazılı kayıtlar Urartu dönemi ile başlar ve bu dönem aynı zamanda bölge yazılı tarihinin de başlangıcı sayılır. Bölgenin tarih öncesi dönemine atfedilen efsanelerde adından sıkça söz edilen gizemli Kolkhis diyarı; antik çağ tarihçilerinin tanıklıklarıyla efsanelerin ötesinde tarihsel bir gerçeklik olarak günümüze kadar ulaşmıştır. Yazılı tarih sürecine ait bu belgeler Doğu Karadeniz'le ilgili günümüze dek ulaşan etnik tanımlamaların ve yerel coğrafi terimlerin tarihsel köklerine de ışık tutmaktadırlar.

Antik çağda Doğu Karadeniz sahillerinin kültürel yapısını tanımlamak için kullanılan en yaygın ifade Kolkhi terimidir. En az bin yıllık bir zaman diliminde geçerliliğini koruyan bu terim Bizans dönemiyle birlikte yerini Lazi terimine bırakmıştır. Her iki terim de tarihsel sürecin büyük bir kısmında birer kabile ismi olmalarının ötesine bölgeyi bir bütün olarak ifade eden tanımlamalar olarak algılanmışlar ve o anlamda kullanılmışlardır. Aynı fonksiyonu ile günümüze dek ulaşan Laz teriminin öncülü olan Kolkhi teriminin yerini alması ve etnik bir terim olmanın ötesine geçip bölge kültürünü ifade eden genel bir tanımlama haline dönüşmesi yüzlerce yıllık bir süreçte kullanılmıştır.

Antik kaynaklarca aktarılan son derece sağlam tarihsel kayıtlar ve tanıklıklar bu terminolojik dönüşümü net bir şekilde ortaya koymaktadır. Örneğin MS 6.yüzyılda Doğu Karadeniz'ibizzat gezip elde ettiği bilgileri ve gözlemlerini kaydeden Bizanslı tarihçi Agathias bu durumu kesin bir dille ifade etmektedir;

Lazika'da yerleşik olanlar eskiden Kolkhiler olarak bilinirlerdi ve bu Lazlar ile Kolkhiler de anı halktır” (Agathias II.18.4)

Aynı dönemin bir başka Bizanslı yazar Lydus da; yakın zamana kadar “Kolkhida” olarak bilinen ülkenin kendi döneminde “Lazika “olarak adlandırıldığını yazar ve Lazlardan bahsederken kendisi de “Kolkhi” terimini kullanmaktadır. Geçmişi antik dönemlere dek uzanan bu terminolojik dönüşüm süreci tarihsel belgelerin ve tanıklıkların ışığında değerlendirildiğinde yerli Dğu Karadeniz kültürünün özünde tamamen kendi coğrafyasına ait özgün ve otokton bir kültür olduğu ortaya çıkmaktadır.

Kendi yazılı geleneği olamayan ve bu nedenle yazılı tarih süreci oldukça geç denilebilecek dönemlerde başlayan Doğu Karadeniz Bölgesi tarih öncesine ait tüm bilinmeyenleri ve gizemleriyle birlikte kendi coğrafyasına özgü portak ayırtedici özelliklerini ve farklılıklarını günümüzde de bünyesinde barındırmaya devam etmektedir. Doğu Karadeniz kültürünün bilimsel açıdan tahlil edilebilmesi öncelikle bölgenin tarihsel gelişim sürecinin gün ışığına çıkartılabilmesiyle mümkündür. Bu sürecin aydınlatılması da ağırlıklı olarak rivayetlere ya da söylencelere dayanan varsayımlarla değil: doğrudan bölgeye ilişkin tanıklıkları aktaran antik kaynaklar ve yazılı belgeler esas alınarak gerçekleştirilmelidir.

Urartu Kitabeleri (Sf-1415)
Doğu Karadeniz'e Kolkha isimli bir ülkenin varlığından söz eden en eski yazılı belge MÖ 764 yılında Urartu kralı olan Sarduri II'nin dönemine ait bir kitabedir. Bugünkü
Van gölü civarında kurulan ve en güçlü döneminde egemenlik alanını kuzeyde bugünkü Kars ve Ardahan bölgelerine kadar ulaştırdığı bilinen Urartu Krallığına ait bu kitabede kral Sarduri II'nin seferleri anlatılırken kuzeydeki Qulha isimli bir ülkeden ve Qulha halkından da bahsedilir; “Qulhai halei =Qulha halkı”. Urartu dili ve tarihi uzmanları bu ülkenin antik batı kaynaklarında da adı geçen Doğu Karadeniz'deki “Kolkha ülkesi” olduğu konusunda hemfikirdirler. En önemli Urartu dili uzmanlarından birisi olan G.A.Melik kişvili de “Qulha” olarak okunan bu sözcüğün “Kolha” olarak da okunabileceğini belirtmektedir [ Diakonoff I.M. ve Kashkai S.M.(1981); Melik işvili G.A. (1971)

Söz konusu kitabede Sarduri II tarafından istila edilen Qulhalıların İldamuşa isimli başkentlerinden de söz edilmektedir İldamuşa kenti Qulhai halkının kralı olan 'nın krallık şehri Bu kralın ismi çözümlenememiştir

Tüm bu ifadelere rağmen Urartuların Kolkha ülkesinin tarihsel merkezi olan Phasis nehrine kadar ilerleyebilmiş olmaları pek mümkün görünmemektedir. Zira bu kayıtlarda Urartuların Karadeniz'i gördüklerine dair bir belirti yoktur. Karadeniz boyutunda bir denizle ilk kez karşılaşacak olan Urartuların böylesine bir olayı
kayıtlarına amutlaka belirtmiş olmaları gerekirdi. Ayrıca bölgedeki feodal yapının o dönemde merkezi devlet organizasyonu düzeyine ulaşıp ulaşmadığı da oldukça şüphelidir. Şu ana kadar elde edilebilen arkeolojik bulgulara göre Kolkla'da merkezi devlet örgütlenmesi geleneği oldukça geç dönemlerde özellikle İran ve Grek kültürleri ile kurulan ilişkiler sonucu oluşmaya başlamıştır [Tsetskhladze G.R. (1994)]. Sonraki çağlara ait tarihsel verilerde de görüleceği üzere komünal imece toplumu yapısının
terk edilip ilk feodal toplum belirtilerinin ortaya çıkması bile özellikle içkesimlerdeki dağ kabilelerinde oldukça geç dönmelerde gerçekleşmiştir.

Bütün bu bilgiler ışığında Sarduri II'nin kitabesinde geçen “İldamuşa” isminin gerçekte merkezi Kolkha'nın başkentini değil Kolkha kültürü içindeki feodal oluşumlardan birini ve muhtemelen de bir sınır derebeyliğini ifade ediyor olması daha güçlü bir ihtimaldir. Kapancyan isimli araştırmacı da İldamuşa adıyla geçen yerleşimi bugünkü Ardanuç kasabası civarında konumlandırmaktadır. [Melikişvili G.A. (1971)]. İldamuşa ve Ardanuç isimleri arasındaki morfolojik yakınlık bu tezi oldukça güçlü kılmaktadır. Zira Güneybatı Kafkas dillerinin ses değişim kuralları ve gramer özellikleri dikkate alındığında; her iki sözcük de ortak bir ismin iki farklı türevi gibi görümketedir.

Bölgede ilk Yunan ticaret kolonilerinin kurulmasından çok daha öncesine ait olan bu kitabenin kayıtları efsanelerin ötesinde “Kolkha” isimli

Bir ülkenin gerçekten de var olduğunu gösteren en eski yazılı kayıtları günümüze ulaştırmıştır. Aynı yüzyılda yaşamış olan Yunan ozanı Eumelos'un günümüze ulaşan dizelerinde de “Kolkis ülkesi” ifadesinin geçiyor olması Yunanlıların da bu yüzyılda Kolkha ülkesinin varlığından haberdar olduklarını göstermektedir. [Tsetskhladze G.R. ve Vnukov S.Y. (1992)

Kolkha Krallığı (Sf.17-21)
Arkeolojik bulgular Yunanlı tüccarların yerli halkla alışveriş yapmak için oluşturdukları geçici küçük Pazar yerleri dışında bölgede gerçek anlamda kalıcı ticaret kolonileri kurmalarının çok daha geç dönemlerde gerçekleştiğini göstermektedir. Geç bronz çağından sonraki zamanlarda da uzunca bir süre coğrafi izolasyon nedeniyle nispeten diğer kültürlerde kopuk bir tarih süreci yaşayan Kolkha kültürü oldukça geç sayılabilecek dönemlerde dışa açılmaya başlamıştır.

Pers imparatoru Kyrus II'nin MS 546 yılında gerçekleştirdiği Lidya seferinden bahseden ve o çağlarda yaşayan kralların sahip sahip oldukları zenginliklere değinen Plinius bu zengin krallar arasında Kolkha ülkesinin Saulak isimli kralına da yer vermiştir;

Aiete'nin soyundan gelen Kolkhis kralı Saulak Suani bölgesinde ve diğer bölgelerde sahip olduğu el değmemiş geniş arazilerde büyük miktarlarda altın ve gümüş madeni elde etmişti. Onun krallığı ayrıca ‘Altın Post' nedeniyle de meşhurdu.” (Naturalis Historia XXXIII.xv) [Rackham E. (1952)]

Plinus'un aktardığı bu bilgi Saulak isimli kralın muhtemelen Kyrus döneminde ya da önceki çağlarda Kolkha ülkesinde hüküm sürdüğü izlenimini vermektedir. Kolkha sikkeleri konusunda önemli bir uzman olan G.F.Dundua Karadeniz'in kuzey sahillerinde elde edilen Kolkha menşeli sikkeler arasında üzerinde kısmen okunabilen “Kral Sau...” şeklinde bir ibare yer alan sikkenin kral Saulak dönemine ait olabileceğini ifade etmektedir.[ Golenko K.V. (1972); Braund D. (1994)]

Arkeolojik bulgular da Kolkha ülkesinde merkezi bir devlet örgütlenmesinin bu yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmış olabileceğini göstermektedir. Muhtemelen bu yıllarda güçlü bir krallık çatısı altında birleşen Kolkha derebeylikleri doğu komşuları olan güçlü İran Akhamenid İmparatorluğu'nun sınırları dşında bağımsız bir devlet olarak varlıklarını devam ettiremişler ama aynı zamanda İranlılarla yakın ittifak ilişkileri içinde olmuşlardır. [Tsetskhladze G.R. (1993)]. Aynı döneme tarihlenen eski bir Kolkha sikkesinde yerde uzanmış ve ağzı açık bir şekilde başını arkaya dönmüş olan bir arslan tasvir edilmiştir. [Head B.V. (1911)]. Pers egemenliği dönemindeki Milet sikkeleri ile benzerlik gösteren bu örnekler kolkha ülkesinin o yıllardaki ekonomik ve siyasi etkinliğiyle birlikte karşılıklı kültürel etkileşimlerini de yansıtmaktadır. [Tsetskhladze G.R. (1994)].

Doğu Karadeniz sahillerinde ilk Yunan ticaret kolonlerinin kurulması da yine aynı döneme rastlamaktadır. Bölgedeki en önemli iki ticaret kolonisi Trapezus ve Dioskuria farklı yazılı kaynaklarda geçmişi daha eski dayandırılırsa da gerçekte bu yüzyılda kurulmuşlardır. Dioskuria kenti civarında bugünkü Krasny Mayak yakınlarında yapılan kazılarda elde edilen Yunan yerleşimine dair en eski arkeolojik bulgular bu yüzyılın ortalarına aittir. [Lang D.D. (1955)].

Mö 500'lü yılların sonuna doğru yazıldığı tahmin edilen [WiesnerA.(1994)] Hekateus'un “Periegeseis” isimli coğrafya eserinde de Kolkha ülklesinden ve Kolkhalılardan bahsedildiği bilinmektedir. Ancak bu eserin günümüze ulaşabilen parçalarında Doğu Karadeniz sahillerinde o yıllarda var olduğu bilinen Trapezus kolonisi dışında daha doğuda herhangi bir Yunan koloni yerleşiminden bahsedilmemktedir.[Koshelenko G.A. ve Kuznetsov V.D. (1996)]

M.Ö. 481 yılında Yunanistan seferine çıkan Pers kralı Kserkes'in mütefiklerini sıralayan Heredot bu sefere katılan bir Kolkha birliğinden de söz eder. Ona göre Kolkhalılar da
Ağaçtan yapılmış miğferler ham deriden yapılmış küçük kalkanları kısa mızrakları ve eğri kılıçları ile bu sefere katılan kavimler arasında yer almışlardır.[ÖkmenM.(1991)]

MÖ 440'lı yıllarda yazıldığı tahmin edilen ünlü ve bir o kadar da tartışmalı eserinde Heredot verdiği önemli bilgilerin yanında çelişkili yorumları ve hatalı bilgileri ile tarihçilerin işini oldukça zorlaştırmıştır. [Age; Marincola J. 1994] Bizzat görmediği halde Kolkha ülkesi ve Kolkhalıların kökeni ile ilgili yorumlar da yapan Heredot kitabının bazı bölümlerinde muhtemelen isim benzerliği nedeniyle onları Afrikalı bazı kabilelerle karıştırmıştır.[Aithiopia (<>Aietia?) Benzer isim karışıklıklarına sonraki çağlarda da rastlanmaktadır. (Afrika kaynaklı “Libyan Kolkhian” ve “Aethiopia” terimleri de bu terminolojik karışıklıkla ilişkili gibi görünmektedirler)].

Heredot'un Kolkha ülkesi ile ilgili aktardığı rivayetlerden sadece bir kısmı doğrulanabilir niteliktedir. Kolkha ülkesindeki keten dokumacılığından söz eden Herodot Pers imparatorluğu sınırları dışında olmalarına rağmen onların da beş yılda bir imparatora armağan olarak 100 genç kız ve 100 genç erkek gönderdiklerini bildirmektedir. [Okmen M. (1991) Rawlinson G. (1862).
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:44 pm

Hippokrat'ın Phasis Notları (Sf.22-26)
Herodot'un çağdaşı olan Hippokrat ise onun aksine Phasis bölgesiyle ilgili olarak; duyumlarını ve tahminlerini değil doğrudan kendi gözlemlerini aktarmıştır. Phasis bölgesinin oldukça gerçeğe yakın coğrafi bir tasvirinin yapıldığı bu çalışmada bölge insanları ile ilgili gözlemler ve tasvir edilen ortam muhtemelen yazarın bölgede sıtma gibi oldukça ciddi bir salgın hastalığın koşullarına ve belirtilerine şahit olduğu göstermektedir. [Braund D. (1994)]

Phasis'in yerlilerine gelince; onların memleketleri; sıcak rutubetli bataklık ve ormanlıktır; her mevsim şiddetli yağmurlar olur; bölge sakinlerinin yaşamları bataklıkların arasında geçer; çünkü onların evleri suların üzerinde ağaçtan ve kamışlardan inşa edilmiştir. Şehre ya da pazara nadiren yürüyerek giderler ama daha çok tek parça ağaçtan yapılmış kanolarıyla nehirde yukarı aşağı seyehat ederler. Zira nehirde pek çok kanal vardır. Onlar güneşin altında çürümüş olan yağmur suyu birikintilerinin sıcak ve durgun olan sularını içerler. Phasis tüm nehirlerin en durgunudur ve sakince akar. Burada yetişen tüm meyveler zararlıdır. Zira aşırı miktarda su ve tüm ülkeye yayılmış bu sulardan kaynaklanan yoğun buhar yüzünden güçsüz kalan v egelişmeyen filizler yine aynı nedenlerle tam olaral olgunlaşamazlar. Bu sebeplerden dolayı Phasisliler geniş bedenleri ve tombul yapıları ile diğer tüm insanlardan farklı bir görünüşe sahiptirler öyleki şişmanlıktan eklemleri ve damarları bile görülmez. Renkleri sarılık

hastalığına yakalanmışçasına soluk benizlidir. Temiz olmayan sisli ve rutubetli bir atmosferi soludukları için bu nsanların tamamı oldukça kaba seslidir ayrıca onlar doğal olarak bu ağır bedenlerini yormamak için oldukça uyuşuk davranırlar. Mevsimler arasında sıcaklık açısından çok az farklılıklar vardır. Rüzgarları genellikle güneyden eser ve bu ülkeye has özellikler gösteriri. Bu rüzgarlar bazı zamanlarda kuvvetli eserler oldukça sert ve şiddetidirler onlar buna “rüzgar senkronu” derler. Kuzey rüzgarı ise onlara zor ulaşır ve estiği zaman da oldukça zayıf ve yumuşaktır...” (Hippokrates; havalar sular ve yerler hakkında 15) [Jones W.H.S.(1923)]

Hippokrat'In bu gözlemlerini Phasis'in hangi kesiminde yaptığı bilinmemekle beraber elde edilen arkeolojik bulgular bu yüzyılın son çeyreğinde Kolkha kültürünün yüksek bir üretim seviyesine ulaştığını ve merkezi feodalizmin diğer uygarlıklarla karşılaştırılabilecek düzeyde gelişmiş olduğunu göstermektedir. Nispeten izole bir yaşam sürmeye devam eden dağlı kabilelerden farklı olarak merkezi Kolkha'dai ova kültürü; Yunan ve Pers kültürleriyle güçlü bir etkileşim içinde gelişerek yabancı Paganist ögeler ile yerli “Güneş Tanrı” ve “Ana Tanrıça” kültlerinin farklı sentezlerini ortaya çıkarmıştır.

Bu nedenledir ki ithal güneş tanrıları ”Helios” ve “Apollon” ile birlikte “Artemis” ve “Athena” tanrıçaları oldukça geç dönemlere kadar bu topraklarda en az kendi anavatanlarında olduğu kadar itibar görmüşlerdir. Kuzeyde Azak denizinin doğu kıyısında Kuban nehri havzasında bir öyük mezarda bulunan ve yine yıllara tarihlendirilen gümüş bir kabın üzerinde “Ben Phasis'de bulunan tanrı Apollon'Un kuluyum” yazısı okunmaktadır. Geyik başlarıyla ve yılan motifleri ile süslenmiş olan bu eserin Kolkhalı bir sanatkarın ürünü olduğu tahmin edilmektedir. [Tsetskhladze G.R. (1994)]. Güneş Tanrı ve Ana tanrıça geleneğinin eski Kolkha kültüründeki yeri ve önemi henüz tüm derinliği ile açığa çıkartılmamış olsa da; özellikle Yunan mitolojisinde eski Kolkha krallarının Güneş Tanrısı'nın soyundan geldiklerine inanılması ve bölgeyi referans alan Amazon söylenceleri antik Kolkha mitolojisine dair önemli ipuçları içermektedir.

Aynı döneme ait Kolkha yapımı çanak çömlek ürünlerinin miktarı ve yaygınlığı da bölgedeki ekonomik yapının üst düzeyde gelişimini göstermektedir. [Tsetskhlazde G.R ve Vnukov S.Y. (1992)]. Kolkha yapımı çanak çömlelere önemli bir ihraç ürünü olarak ülke dışındaki topraklarda da rastlamak mümkündür. Karadeniz'in kuzey kıyılarında Don nehri havzasında yapılan arkeolojik kazılarda bu dönemlere ait Kolkha yapımı çanak ve çömlek örneklerine rastlanmıştır[Brashinskii I.B. (1980)].

Ekonomik ve kültürel gelişimin doğal sonucu olarak gelişen ülkeler arası ticaret kültürler arası etkileşime de zemin hazırlamıştır. Doğuda İran kültürü ile Karadeniz sahillerinde de Yunan ticaret kolonileri ile kurulan ilişkiler Kolkha kültürünün gelişim sürecinde önemli etkiler yaratmıştır.

Bugünkü Kobuleti kasabası civarında bulunan aynı yüzyıla ait bir Kolkha mezarlığında yapılan arkeolojik incelemelerde o dönemde bölgenin kültür dokusunda meydana gelen değişikliklere ilişkin ipuçları elde edilmeye çalışılmıştır. Buna göre 167 mezarın 42 tanesinde cenaze güneşin doğuşu istikametine doğru gömülmüştür. 19 mezarda toplam 49 tane sikke bulunmuş olup
Sinope kaynaklı bir sikke dışında diğerlerinin tamamı Kolkha sikkesidir. Sadece 6 mezarda çanak ve çömlek kalıntıları bulunmuştur ve bunlar Ege kaynaklıdır. Yine sadece 2 mezarda silah araç gereçleri bulunmuştur; bunlardan birinde bir ok ucu diğerinde ise üç tane demir mızrak ve altı tane bronz ok ucuna rastlanmıştır. Bu yıllarda yerli Kolkhalı asilzadeelere ait mezarlarda kendi yazı dilleri olmamasına rağmen Grek harfleri ile ölen kişinin isminin kazınmış olması bu kültürel etkileşimin ilk belirtisidir. Örneğin Kolkha'nın kuzeydoğu kısmında Sairjke civarında bulunan ve yine aynı yüzyılda yaşamış Kolkhalı savaşçılara ait olduğu sanılan mezarlardan birinin üzerinde ölen savaşçının ismi Grek harfleri ile “Metos” olarak yazılmıştır. [Tsetskhladze G.R. (1994)].

Yine bu döneme ait çok sayıda Kolkha sikkesi örneklerinin günümüze kadar ulaşmış olması ülkede merkezi bir krallığın hüküm sürmeye devam ettiğini göstermektedir.

Yüzyılın sonunda İran seferinden dönmekte olan bir Yunan ordusuyla birlikte bugünkü
Trabzon bölgesinde yaklaşık bir ay konaklayan Xenophon da bunu doğrulamakta ve o sıralar Phasis bölgesinde Aiet'in soyundan gelen bir kralın hüküm sürdüğünü bildirmektedir. Güçlü ve bağımsız bir merkezi bir yönetime sahip olduğu anlaşılan Kolkha'nın aynı zamanda da zengin bir ülke olduğu yine Xenophon'un notlarından anlaşılmaktadır. Zira normalde Trapezus üzerinden deniz yolu ile Yunanistan2a geri dönmeyi amaçlayan Yunanlı komutanlar bir süre sonra sonra fikir değiştirerek daha doğudaki Kolkha krallığını istila etmeyi karar vermişler ancak askerlerini ikna edemediklerinden dolayı bu düşüncelerini gerçekleştirememişlerdir. [Gökçöl T. (1974)].

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:45 pm

Xenophon'un Notları (27-33)
Xenophon Anabasis isimli esrinde Doğu seferinden dönen bir Yuan ordusunun Doğu Anadolu'yu güneyden kuzeye geçerek MÖ 400 yılında [GlombiowskiK.(1994)] Karadeniz'e ulaşmasını ve oradaki Yunan kolonilerinin yardımıyla Yunanistan'a geri dönmesini anlatır. Tarihe “Onbinlerin Dönüşü” olarak geçen bu seferin tüm ayrıntlı kayıtları bu sefere katılan Xenophon tarafından tutulmuştur. Xenophon'un kendi gözlemlerine dayanan bu kayıtlar yerli halkı Kolkha kültürüne mensup olan ancak Kolkha krallığı sınırları dışında kalan bugünkü Trabzon bölgesine dair en eski ve en ayrıntılı tarihsel verileri içerir. Yazarın bölgeye ilişkin gözlemlerinin son derece gerçekçi ve tutarlı olması nedeniyle bu çalışma bölgeyle ilgili en güvenilir antik yazılı kaynak niteliğini taşımaktadır.

Xenophon'a göre; aylar süren yürüyüş sonunda bugünkü
Bayburt yakınlarında olduğu sanılan Gymnias isimli kente vardıklarında kendilerine Zigana dağlarını aşarak Karadeniz'e ulaşmalarında yardımcı olacak bir kılavuz temin etmişler o da onlara beş gün içinde denizi görebilecekleri konusunda söz vermiş ve sözünü tutmuştu.

Beşinci gün Thekes isimli dağa vardılar. İlk askerler doruğa varır varmaz büyük bir çığlık yükseldi. Xenophon ile artçılar bunu işitince cephenin de saldırıya uğradıüğını sandılar. Çünkü kendilerini yakmış oldukları bölgenin halkı izliyordu. Hatta artçılar bir pusuda bunlardan birkaçını öldürmüş ve tutsak almışlar yirmi kadar işlenmemiş öküz derisiyle kaplı kalkan ele geçöirmişlerdi.... Ama çok geçmeden askerlerin ‘Deniz deniz' diye haykırdıkları duyuldu. (...) Tüm askerler doruğa varınca komutanlar gözleri yaşararak birbirlerini kucakladılar.” (Anabasis 4.7.2112) [Gökçöl T. (1974)].
Burada sözü edilen Thekes dağı bugünkü Trabzon ilinin güneydğusunda yer alan Madur tepesi olmalıdır. Zira Bayburt Trabzon güzergahında denizin görülebileceği en uygun mevki Madur tepesidir. Yunan ordusu bu tepeyi geçtikten sonra Ziganaların kuzey yamaçlarından aşağı Trapezus kentine doğru ilerlemeye devam etmiş olmalıdır. İlk karşılaştıkları Doğu Karadenizliler yüksek kesimlerde yaşayan ve Xenophon'un “Mkarın” adıyla
kaydettiği kabileidir;

Sorgun ağacından kalkanlarla ve mızraklarla silahlandırılmış olan ve kıldan elbiseler giyen Makronlar ırmak geçidinin öbür kıyısında savaş düzeninde beklemekteydiler; birbirlerine cesaret veriyor ve ırmağa taş savuruyorlardı. Attıkları taşlar Yunanlılara erişemiyor ve hiç bir zarar vermiyordu. O zaman Atina'da kölelik ettiğini söyleyen bir asker Xenophon'un yanına gidip bu halkın dilini bildiğini söyledi. ‘Sanırım burası benim anavatanım. Bir sakıncası yoksa onlarla konuşmak isterim' dedi. Xenophon ‘Hiç bir sakınca yok. Haydi konuş onlarla ve önce kim olduklarını öğren' dedi. Asker soruyu onlara sordu.” Makronlarız” diye cevap verdiler. Xenophon “şimdi de bize karşı neden savaş düzenine girdiklerini ve neden bize düşman olmaya gerek duyduklarını sor” dedi. Çünkü ülkemizi istila ediyorsunuz” diye cevap verdilker”. (Anabasis 4.8.36) [Age]

Xenophon'un Makron' olarak yazdığı bu isim daha sonraları yanlış olarak Yunanca “Makro” sözcüğüne bağlanmıştır. Oysa bu noktada çok önemli bir ayrıntı gözden kaçırılmıştır. Zira bu kabile Yunanlılarla tercüman aracılığıyla konuşmuş ve Xenophon onlara kendi isimlerini sorduğunda; aldığı yanıtı “makron” olarak kaydetmiştir. Yunanca bilmeyen bu insanların kendilerine Yunanca isim verdikleri düşünülmeyeceğine göre “Makron” olarak kaydedilen bu isim yerli bir ismin Yunanca formunda yazılmış şekli olmalıdır. Xenophon'a göre; Yunanlılar Makronlar'a amaçlarının istila değil denize ulaşmak olduğunu söylemişler ve onların geleneklerine göre mızraklarını karşılıklı değiştirerek Tanrıların tanıklığında barış yapmışlardı. Makronlar da kendilerine yol açarak sahile ulaşmalarına yardım etmişlerdi.

Ancak daha aşağıda sahile yakın kesimlerde yaşayan yerli halk Yunanlılara Makronlar kadar dostça davranmamıştı. Xenophon'Un “Kolkhiler” olarak tanıttığı bu insanlar Yunanlıları tuzağa düşürmüşler ve terk ettikleri köylerinde bol miktarda zehirli bal (deli bal) bırakarak Yunanlıların kitle halinde komaya girmelerine sebep olmuşlardı. Yunanlılar ölümcül bir etkisi olmayan bu balın etkisinden ancak üç dört gün sonra kurtulup yollarına devam edebilmişlerdi. Daha sonra iki günlük bir yürüyüşle Trapezus'a ulaşan Yunan ordusunun erzak sıkıntısına düşmesi ve bu nedenle yerli halka saldırarak köylerini yağmalaması da Anabasis'te ayrıntılı şekilde anlatılmıştır;

Karadeniz kıyısındaki Trapezus Sinope'nin Kolkhilerin ülkesindeki kolonisidir. Orada otuz gün kadar Kolkhilerin köylerinde kaldılar. Bu köyleri üs olarak kullanıp Kolkhilerin ülkesini talan ettiler. Trapezus'lular onları şehirlerine kabul edip konukseverlik armağanı olarak öküzler arpa unu ve şarap verdikten sonra ordugahlarna bir Pazar kurmuşlardı. Ayrıca çoğu ovada yaşayan Kolkhilerle onlar lehine görüştüler ve Kolkhiler de Yunanlılara konukseverlik teminatı olarak öküzler verdiler” (Anabasis 4.8.2224).

Tüm bu teminatlara rağmen erzak sıkıntıları had safhaya ulaşan Yunanlılar bir taraftan geri dönüş için gemi temin etmeye çalışırlarken diğer taraftan bölgeyi talan etmeye devam ediyorlardı. Eserinin sondaki bölümlerinden birinde kendi ordusuyla ilgili özeleştirilerde bulunan yazar örnek vermek amacıyla Yunanlılarca taşlanarak öldürülen Kolkhi elçilerinden ve muhafızlarından söz etmektedir. Bu ada yağmacılığın yöntemi üzerinde kendi aralarında bir tartışmaya da girişmişlerdi. Bu tartışmada Xenophon yağmalama faaliyetleri sırasında daha tedbirli davranılması gerektiğini savunuyordu;

Pazar ihtiyaçlarımıza yetmiyor ve bir kaç kişi dışında yiyecek satın alacak paramızyok. Oysa düşman ülkede olduğumuzdan yiyecek sağlamaya tedbirsizce gidersek çok adam kaybetmemizden korkarım. Bence yiyecek aramaya mangalar halinde gitmeli sağ salim geri dönmek istiyorsanız kırlarda
rastlarıyla dolaşacağınıza bu akımların denetimini bize bırakmalısınız (Anabasis 5.1.67).

Xenophon'un bu öğüdünü dikkate almayarak kendi başına yerli halka ait bir kaleye saldıran Yunanlı bir komutan yanındaki askerlerin çoğuyla birlikte ölmüş ve bu arada çevre köylerdeki kaynakları tüketen diğer Yunanlılar da daha yüksek kesimlere yönelmişlerdi;

Aynı gün içinde erzak temin edip ordugaha dönmek artık imkansızlaştığından Xenophon bir kaç Trapezuslu klavuz alarak ordunun yarısıyla Drillerin üzerine yürüdü öbür yarısını da karargahta bıraktı çünkü köylerinen kovulan Kolkhiler bir araya toplanıp tepelere yerleşmişlerdi. Trapezuslularsa Yunanlıları yiyecek sağlamanın kolay olduğu yerlere götürmüyor ama zarar gördükleri Drillerin ülkesine seve seve götürüyorlardı. Bu halk dağlık ulaşılması güç bir bölgede oturuyordu ve Karadeniz'in en savaşçı halkıydı. (Anabasis 5.2.12).

Yunanlıların “Dril” adıyla andıkları bu kabile ve onların topraklarına yönelik Yunan saldırısı Xenophon tarafından tüm ayrıntılarıyla uzun uzun anlatılmıştır;

merkezleri olan ve tümünün içinde toplandığı müstahkem bir yer vardı. Bu kale olağanüstü derinlikte bir ırmak yatağı ile çevriliydi ve içine girilmesi çok zordu. (...) iç kalenin dışındaki her şey Yunanlılar tarafından yağmalanıp götürüldü (...)iç kalenin alınmasının kesinlikle imkansız olduğuna karar verildi(...) Geri çekilmeye başladıkları zaman düşmanlar iç kaleden topluca çıktılar; kalkanlarla mızraklarla baldır zırhlarıyla ve mihferlerle donanmışlardı.(...) Yunanlılar ne yapacaklarını bilmez durumda döğüşürken Xenophon bütün evleri ateşe verdi evler ahşap olduğundan çabucak tutuşular... Yunanlılar kaleden işte böylece güçlükle kendileriyle düşman arasında yaktıkları ateş sayesinde çekilebildiler. Her şey; şehir evler kuleler yanıp tahrip oldu. Ertesi gün Yunanlılar ele geçirdikleri erzakla geri çekildiler. Her şey; şehir evler kuleler yanıp kül oldu. Ertesi gün Yunanlılar ele geçirdikleri erzakla geri çekildiler. Ama Trapezus'a inen yol sarp ve dar olduğu için.” (Anabasis 5.2.328)

Xenophon'un Anabasis'de Dril adıyla sözettiği kabile; yazarın aktardıklarından anlaşıldığı kadarıyla Ziana dağlarının yüksek yamaçlarında bugünkü Tonya Maçka ve Torul[Torul ismide büyük ihtimalle bu kabilenin ismiyle ilişkilidir] kasabaları arasındaki bölgede yerleşik olmalıdır.

Üç günlük bir yürüyüşten sonra Kolkhilerin ülkesinde deniz kıyısında Sinope'nin kolonisi olan Yunan şehri Kerasus'a varıldı. Orada üç gün kaldılar...” (Anabasis 5.3.2)

Denizden yol almış olanlar Kerasus'tan aynı yolla ayrıldılar öbürleri yollarına karadan devam ettiler. Mossynoik'lerin sınırına varılınca bu halkla ilşkileri olan Trapezus'lu Timesitheus topraklarından geçerken dost mu yoksa düşman kabul edileceklerini sormak için elçi olarak gönderildi...” (Anabasis 5.4.12).
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:45 pm

Pseudo- Skylax'ın Coğrafya Notları (34-36)
MÖ 335 yılına doğru PseudoSkylax tarafından hazırlanan bir coğrafya kitabında da Kolkha ülkesi ile ilgili bilgiler yer almaktadır. Bu kayıtlarda daha kuzeydeki bazı Sarmatia kabilelerinin isimleri sıralandıktan sonra Kolkha sahilleri hakkında bilgiler verilir. Buna göre sahilde kuzeyden güneye sırasıyla Dioskuria [Bugünkü Sohumi kenti] Gyenos [Muhtemelen bugünkü Oçamçire yakınlarında] ve Phasis [Muhtemelen bugünkü Poti yakınlarında] isimli Yunan koloni kentleri ile Gyenos Kherobios Khorsos Arios ve Phasis isili akarsular bulunur.

Phasis'den sonra da sırasıyla güneybatıya doğru Ris İsis ve Latronun isimli akarsular ve Apsaros bulunur. Ardından da Byzeri [farklı kaynaklarda Buzeri ya da Bueri olarak da geçer] kabilesi ile Daraanon ve Arion dereleri Ekekhiri [Farklı kaynaklarda Ekriti ] kabilesi Pordanis [Farklı kaynaklarda Byritanis olarak da geçen bugünkü Furtuna deresi] ve Arabis dereleri [Farklı kaynaklarda rkhabis olarak da geçen bugünkü Arhavi deresi] dereleriLimne kenti ve Odini isimli Yunan koloni kenti ve ardından Bekhiri limanı Bekhiri kabilesi ve yine Bekhiri adıyla anılan Yunan koloni kenti Makrokephali kabilesi[Uzun kafalılar anlamına gelen Mkarokephali tabiri Makhroni adıyla bilinen ve bu bölgenin yüksek kesimlerinde yaşayan yerli bir kabileye Yunanlılarca yakıştırılmış bir isim olmalıdır. Xenophon da aynı kabileyi Makron adıyla kaydetmiştir].

Skylax sahil boyunca sıraladığı tüm bu yerlerin dışında Kolkha ülkesinin iç kısımlarında Phasis nehrinden yaklaşık 30-35 km iç kısımlarında olduğunu belirttiği ancak ismini açıklamadığı yerlilere aiy büyük bir kentin varlığı da belirtilmektedir.[Müller K.(1855)]. Skylax'ın bahsettiği bu kent muhtemelen Phasis nehri havzasında bugünkü Vani mevkiinde kalıntılarına ulaşılan antik Kolha kentidir. Bu bölgede yıllardır yürütülen kazılar sonucu Kolkha uygarlığına ait bir çok buluntu elde edilmiştir. Bu yerleşime ait kalıntılar yine Sairkhe civarında bulunan diğer bir antik Kolkha yerleşim kalıntılarıyla birlikte şu ana dek ulaşılabilen en büyük iki yerleşlim kalıntılarıyla birlikte şu ana dek ulaşılabilen en büyük iki yerleşimden birinin ve muhtemelen de Kolkha başkentinin izlerini günümüze taşımaktadır. Kolkhalıların yazı dilleri olmaması nedeniyle Kolkha ülkesinin bu en büyük kentinin ismine dair kesin bir kayda ulaşmak mümkün olmamaıştır.

Ancak D. Braund'a göre; son dönem kazılarda bu kentin kalıntıları arasında bulunan bronz bir parça üzerinde yer adı olarak geçen “Souris” şeklindeki bir yazı coğrafyacı Ptolemeus'un Kolkha haritesında görülen ve ondan önce de Plinius tarafından bahsedilen Surium kentinin ismiyle benzeşmektedir [Braund D (1994)]. Plinius'Un kendi döneminde Phasis havzasında ayakta kalabilmiş tek Kolkha kenti olarak tanıttığı Surium kenti büyük ihtimalle Skylax'ın kayıtlarında da “yerlilere ait büyük kent” olarak geçen yerleşimdir ve Braund tarafından işaret edildiği gibi bugünkü Vani civarında bulunan kalıntılar da ine aynı kentin harabeleri olmalıdır... Bu kalıntılar arasında özellikle Skylax'ın yaşadığı döneme ait zengin buluntular elde edilmesi bu bilgileri doğrulamakta; aynı zamanda yine bu kalıntılar arasında bulunan ve Kolkhalı yöneticilere ait oldukları düşünülen [Braund D (1994)] bir grup damga Surium kentinin o dönemde Kolkha ülkesinin başkenti olabileceğini göstermektedir. Bu damgaların büyük olanında Grek harfleri ile “Kral Melabe” yazmaktadır. Daha küçük olan diğer damgalarda ise “Khorsip” “Orazo” ve “Ermo...” isimleri okunmaktadır [TsetskhladzeG.R. (1991)] ve bu diğerleri kraldan sonra gelen Kolkhalı yöneticilere aitmiş gibi görünmektedir.

Büyük İskender Dönemi Ve Sonrası (37-41)
Büyük İskender'in Pers İmparatorluğu'nu ele geçirerek Önasya'da İran egemenliğine son verdiği yıllarda Doğu Karadeniz'De varlığını devam ettirmekte olan Kolkha krallığı bu gelişmelerden etkilenmemiş ve bağımsızlığını korumuştur. Bu yıllara tarihlendirilen çok sayıda Kolkha sikkesi ülkede merkezi bir siyasi otoritenin varlığını göstermektedir.

Bu yüzyılda gelişen arz talep ilişkileri sonucu Doğu Karadeniz'de dış pazarlara yönelik köle ticareti oldukça yoğunlaşmıştır. Özellikle Yunanistan'da ve Kırım bölgesinde elde edilen arkeolojik bulgular bu ticaretin izlerini günümüze kadar taşımaktadır. Bu bölgelerde bu döneme ait kayıtlarda sıkça rastlanan “Kolkh” ve “Kolkhos” benzeri insan isimlerinin Kolkha kökenli köleleri ve onların soylarını temsil ettiği düşünülmektedir [Braund D ve Tsetskhlazde G.R. (1989)]. Bu döneme tarihlendirilen Yunanistan'da çömlek imalatında çalıştırılan bir grup kölenin puantaj tablosu da bu yöndeki örneklerden sadece bir tanesidir. Bu tabloda etnik kökenleriyle ya da isimleriyle tanımlanan köle listesi içinde Kolkh ibaresine de rastlanmaktadır.

Bu yıllarda Kolkha ülkesi ile ilginç bir kayıt da Büyük İskender'in Doğu seferine katılarak Anadolu ve Ortadoğu'yu dolaşan Arist
Oteles'e aittir. Hyavancılığı konu aldığı bir yazısında Aristoteles Phasis bölgesindeki küçük cins sığırların Yunanistandaki büyük sığırlara göre çok daha fazla süt verimine sahip olduğunu belirtmektedir. Kolkhalıların sadece hayvancılıkta değil diğer alanlardaki gelişmişlik düzeyleri de ilgi çekici ayrıntılarla günümüze ulaşmıştır. Xenophon “avcılık” isimli bir çalışmasında keten dokumalarıyla tanınan Kolkhalıların ürettikleri kendir iplerinin de ağ yapımındaen makbul malzemelrden biri olduğunu vurgulamaktadır. Çok eski bir metalurji birikimine sahip olan Kolkhalılar para basımı konusunda da oldukça yetenekliydiler. Elde edilen arkeolojik bulgular onların bu potansiyellerini kendi Kolkha sikkelerinin dışında da kullanılmış olduklarını göstermektedir.

Kolkhalılar gerek bu yıllarda; gerekse MÖ 323 yılında Büyük iskenderin ölümünden [SuzanneB (1998)] sonra ve onun halefi olan Lysimakhus döneminde; kendi sikkeleri dışında bol miktarda sahte Makedonya sikkesi de basarak ülkeler arası dolaşıma sokmuşlardır. Kolkha'da basılan bu taklit sikkelerin Makedonyalıların siyasi itibarlarından yararlanılarak Kuzey Kafkasya'dan Orta Avrupa'ya kadar çok geniş bir alanda piyasaya sürülmüş olduğu anlaşılmaktadır. [Golenko K.V. (1972)].

Doğu Karadeniz ile ilgili gözlemleri dolaylı olarak günümüze ulaşmış olanlardan birisi de MÖ 283 YILINDA Mısır kralı olan Philadelphus'un [TsetskhladzeGR 1993] Timosthenes isimli donanma komuatnıdır. Plinius'un Timosthenes'i referans olarak göstererek aktardığı bir rivayete göre; Kolkha ülkesindeki sahil kenti Dioskuria [Sokhumi] o zamanlarda farklı diller konuşan 300 ayrı kabilenin uğrak yeriydi ve buradaki tüccarlar ticari faaliyetlerini yürütebilmek için kadrolarında 130 kişilik bir çevirmen kadrosu bulundururlardı [Rackham H. (1942)]. Gerçekten de bu yıllarda kendi sikkelerini basan bağımsız bir Yunan koloni kenti olan Dioskuria bölge ticaretinin en öenmli merkezlerinde birisi durumundaydı [Bernhard M.L. (1976)].

Bir sonraki yüzyılın başlarında basıldığı tahmin edilen ve üzerinde “Kral AKİ” İBARESİ BULUNAN Kolkha sikkeleri Kolkha Krallığı'nın bu yıllarda da varlığını devam ettirmekte olduğunu göstermektedir. Kral Aki sikkelerinin bilinen iki örneğinden birisi merkezi Kolkha'nın iç kısımlarında Tsulukidze civarında diğeri ise Trabzon yakınlarında bulunmuştur. [Braund D (1994)]. Yine aynı dönemde MÖ 144 yılına kadar olan gelişmeleri yazan Yunan tarihçisi Polybius eserinin bir bölümünde Yunanistan ile Karadeniz ülkeleri arasındaki ticari ilşkilere dair bilgiler vermekteir. Buna göre Karadeniz ülkeleri büyükbaş hayvan ve köle kaynakları açısından oldukça bereketlidir. Aynı bölgenin diğer ideal ürünleri “bal balmumu ve tuzlanmış balık” olarak sıralanır. Polybius'a göre Yunanlılar ithal ettikleri ürünlere karşılık bölgeye “zeytinyağı ve şarap ihraç” etmektedirler. [Braund D ve Tsetskhladze G.r. (1989); Paton W.R. (1922)] Bahsedien tüm bu ticari ürünler diğer antik çağ kaynaklarında da Doğu Karadeniz sahillerinin önemli ihraç ürünleri olarak geçmektedir ve söz konusu ticaretin ağırlıklı olarak gerçekleştiği yer de muhtemelen Kolkha ülkesidir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:46 pm

Mithridat Egemenliği Dönemi (42-44)
Büyük İskender döneminde İran egemenliğine son verilmesinin ardından Anadolu'da bir çok eni siyasi oluşum ortaya çıkmış çoğu İran kökenli olan eski valiler kendilerini bulundukları bölgelerin kralı olarak ilan etmişlerdi. Bunlardan biri de Karadeniz Kapadokyası olarak bilinen bölgede
Amasya kentini kendilerine yönetim merkezi olarak bilinen bölgede Amasya kentini kendilerinine yönetim merkezi olarak seçen İran menşeli Mithridat hanedanıdır. MÖ 114 yılında iktidara gelen Mithridat VI Eupator'un saltanatı sırasında en parlak çağını yaşayan bu hanedan batılı kaynaklarca daha sonra farklı ünvanlarla anılmış olsa da gerçekte; Mithridatların yaşadığı çağa tanıklık eden tarihçiler bu siyasi oluşumu genellikle krallarının ismi ile anmışlardır. Dönemin kaynaklarında sadece Mithridatların şahsi iktidarları ön plana çıkarılmış ve son kral Mithridat VI'dan söz edilirken de her hangi bir ülke ya da devlet adı anılmadan sadece “Büyük Kral Mithridat” ya da “Mithridat Eupator” ünvanları kullanılmıştır. [Walton F.R. (1957) f.r. (1967); Platon W.R. (1926).

Mithridat VI saltanatının ilk yıllarında başkentini önce Amasya'dan Sinop'a taşımış sonraki yıllarda egemenlik alanı Trakya ve Yunanistan'a doğru genişlediğinde de Ege sahillerindeki Bergama kentini yeni yönetim merkezi olarak belirlemiştir. MÖ 110 yılına doğru Kolkha ülkesini de egemenliği altına alan Mithridat bu ülkeyi valileri aracılığıyla yönetmeye başlamıştır. Mithridat egemenliğinde Kolkha ülkesinin durumu ile ilgili bilgiler oldukça yatersiz olmakla birlikte MÖ 83 yılında Kolkhalıların ayaklanması ve valinin değiştirilmesi talebinde bulunmaları bu dönemde bölgeye ilişkin tarihsel kayıtlarda yer almaktadır. [Dundua G.F ve Lordkipanidze G.A. (1979).

MÖ 65 yılında Romalılara karşı yürüttüğü savaşı kesin olarak kaybeden ve Anadolu'daki egemenliğinden vazgeçmek zorunda kalan Mithridat son çare olarak Kırım bölgesindeki topraklarına giderek hükümranlığını orada sürdürmeye karar verir. Bu yolculuğunda Roma donanmasının Karadenizdeki varlığı nedeniyle kara yolculuğunu tercih eder ve Karadeniz'in doğusundan Kolkha ülkesi toprakları üzerinden geçerek Kırım bölgesine ulaşır. Onun bu maceralı yolculuğu ile ilgili olarak aktarılan rivayetlerde özellikle Kolkha'nın kuzeyindeki sahillerde karşılaştığı yerli kabilelere ve onlarla olan ilişkilerine değinilir;

Mithridat'In kendi ülkesini terk edip Bosphorus'a kaçtığı dönemde Heniokhi'lerin dört kralı vardı. Mithridat onların ülkesinden herhangi bir engelleme ile karşılaşmadan geçebilmiş; ancak Zygi kabilesinin topraklarından geçerken bu memleketin engebeli sarp arazisi ve sakinlerinin vahşiliği nedeniyle yolun büyük bir kısında ancak denizin kenarından yürüyerek ilerleyebilmiş Akhai topraklarına zorlukla ulaşabilmişti. (Strabon 11.2.13)[Jones H.L. (1917)].

Roma Egemenliği Dönemi (Sf.45-47)
MÖ 64 yılında Roma imparatoru Pompeius Mithridat'a karşı kazandığı seferin ardından daha önce Mithridat'ın egemenliği yada etkisi altında olan ülkelerin yönetimlerini savaşta kendisini destekleyen müttefik dostlarına paye olarak dağıtmıştır. Bu paylaşım sırasındaKolkha ülkesi de Aristarkhus adıyla bilinen yerli bir derebeyinin mülkiyetine verilmiştir. Kendisini Kolkha kralı olarak ilan etmiş ve adına sikkeler bastırmış olmasına rağmen Aristarkhus'un Kolkha ülkesinede merkezi bir otorite kuramadığı ve doğrudan Roma'ya bağlı yerel bir vali olmanın ötesine geçemediği düşünülmektedir. Bastırmış olduğu sikkelerden birinin üzerinde yer alan “onikinci yıl” ibaresi onun MÖ 52 yılında da saltanatını devam ettirmekte olduğunu göstermektedir [Golenko K.V (1974)].

Antik çağda Kolkha kültüründe önemli bir olgu olan “Güneş Tanrı” kültü onun sikelerinde de izlerini devam ettirmiştir. Sonraki yıllarda Roma imparatorluğu'nda Pompeius ile Sezar arasındaki iktidar mücadelesi bağlı devletleri de kapsayan büyük bir iç savaşa dönüşmüş ve bu dönemde Kolkha ülkesi de bu gelişmelerden etkilenmiştir. Latin şairi Lucan Roma iç savaşını konu alan “Pharsalia” isimli eserinde Pompeius'un müttefikleri arasında Kolkhi ve Heniokhileri de saymaktayız. Yine aynı dönemde MÖ 48 yılına doğru Mithridat'ın oğlu Pharnak Roma'daki iç karışıklıklardan yararlanılarak Kolkha ülkesini istila etmiş ve ardından Romalılarca yenilgiye uğratılmıştır. (Braund D. 1994).

Romalı mimar Vitruvius MÖ 25 yılına doğru yayınladığı (Slivnik L. (1997) on ciltlik ünlü eserinde farklı kültürlerin farklı inşaat tekniklerinden ve mimarilerinden bahsederken Kolkhalıların kendilerine özgü ahşap konutlarına ve yapı tekniklerine değinir;

Karadenizdeki Kolkhi kavmi bol kereste kaynaklarına sahiptir ve onların yapı teknikleri de bu kaynaklara bağımlıdır.. Onlar iki ağacı zeminin üzerine paralel bir şekilde yatırarak aralarında bir ağaç boyu mesafe bırakırlar sonra da bunları; üzerlerinde uç kısımlarından karşılıklı iki ağaç daha koyarak birleştirirler. Bu belirlenmiş alan içinde kalan yer evin iç kısmı olur. Bu dört kenardaki duvar aynı şekilde üstüste ağaçlar koyarak yukarıya doğru yükseltilir. Böylece köşelerde her ağaç bir diğerini düşey olarak desteklemiş olur. Ağaçların kalınlıklarına bağlı olarak arta kalan karşılıklı boşluklar çamurla ve küçük parçalarla kapatılır. Çatının yapımı için deaynı yöntem uygulanır. Ağaçların uzunlukları aşamalı olarak azaltılarak köşeler arası mesafe giderek daraltılr ve böylece piramite benzer bir çatı formu elde edilir.

Çatıyı dal parçaları ile ötrterler ve üzerini balçıkla sıvarlar. Böylece onların bu dört kenarlı çatıları kabaca bir tonoz şeklini almış olur. (Vitruvus; De Architectura II1 4) [ Granger F.(1931) ]

Vitruvius'un eserini yazdığı bu yıllarda Roma imparatorluğu da doğu eyaletlerinin yönetimi ile ilgili yeni düzenlemeleri yürürlüğe koymuştur. Buna göre bugünkü Trabzon ve çevresi Amasya'da hüküm süren “Polemon” hanedanının yönetimine verilmiş ve bu şekilde bu bölgeyiğ de içine alacak şekilde Roma'ya bağlı “Karadenzi Polemonia Krallığı” kurulmuştur. Kolkha ülkesi de MÖ 8.yılında Kral Polemon I'in ölümünden sonra tahta geçen kraliçe Pythodoris tarafından Polemonia Krallığı'nın topraklarına dahil edilmiş ve bu kraliçenin saltanatı süresince Polemonia Krallığı'nın egemenliği altında kalmıştır. [Braund D (1994)]

Strabuon'un Notları
Çağının en önemli coğrafya kitabını yazan Amasyalı Strabon daha sonra yaptığı bazı düzeltme ve eklemelerin dışında büyük kısmını en geç MÖ 5 yılına doğru tamamladığı düşünülen [Dilke O.A.W. (1985)] bu eserinde Doğu Karadeniz sahilleri ile ilgili önemli biğlgiler vermiştir. Strabon Doğu Karadeniz'den bahsettiği bölümün ilk kısmında Kolkha'nın kuzeyindeki sahillerde yerleşik olan denizci kabilelerin yaşam biçimleri ile ilgili ayrıntılı bilgiler verir;

Kafkas dağlarının uzantısı olan bu sarp ve dağlık sahil kesiminde kuzeyden günye sırasıyla Achaei Zygi ve Heniokhi kabilelerinin toprakları yer alır. Bu insanlar denizde korsanlık yaparak geçinirler. Onalrın Yunanlılarca “Kamarae” olarak isimlendirilen küçük ve hafif tekneleri ortalama yirmibeş en fazla otuz kişi alabilecek boyutlardadır

Gerektiğinde bu tekneleri süratle bir araya toplayarak korsan filoları oluştururlar ticari gemilere ülkelere ve sahil kentlerine saldırılar düzenlerler bu şeklide denizdeki hakimiyeti ellerinde tutarlar. Ve hatta onlar bazen Kırım sahillerindeki topluluklarla işbirliği yaparak dönüş yolunda ve bu iskelelere ve Pazar yerlerine uğrarlar elde ettikleri ganimetleri elden çıkararak ihtiyaçlarını temin ederler. Memleketlerine döndüklerinde ise teknelerini sahilde bırakmayarak omuzlarında karaya çıkarırlar ve onları ormanların arasında yer alan barınaklarına kadar götürürler. Yeni bir sefere çıkacaklarında da teknelerini tekrarsahile götürürler. Ve bu sahillerde yerleşik kabilelerin tümü her zaman bu tür korsanlıklarla geçinirler; gece yada gündüz adam kaçırma amacı amacı ile ormanlık sahillerde gizledikleri tekneleriyle pusuya yatarlar ve bu şekilde esir aldıkları insanlar için hemen bir fidye tutarı belirleyerek onların yakınlarına haber gönderirler

Bu insanların yaşam biçimi böyledir. Onlar “asa taşıyanlar” [“Skeptukhi” olarak adlandırılan kabile şeflerine bağlıdırlar ama asa taşıyanların' kendileri de bir tiranın veya bir kralın tebasıdır.” ( Strabon 11.2.1213) [ Jones H.L. (1917)].

Sahildeki denizci toplulukladan farklı olarak Kafkas dağlarının Güneybatı yamaçlarında oturan dağlı topluluklar da sahil bölgelerinde Pazar yerleri ile ticari ilişkiler içindedirler. Starbon eserinde bu dağlı kabilelerden de bahseder;

Bölge halkı çoğunlukla tuz satın almak için Dioskuria [Bugünkü Sokhumi kenti] kentinde toplanır. Bu kabilelerin bazıları yüksek dağ yamaçlarında dar vadilerin arasındaki mekanlarda yaşarlar. Çoğunlukla av hayvanlarıyla yabani meyvelerle ve süle beslenirler. Dağların dorukları kışın geçit vermez ama bu insanlar yaz aylarında işlenmemeiş öküz derisinden yapılan ve karda buzda yürüyebilmek için çivilerle donatılan davulo gibi geniş ayakkabıları ayaklarına geçirerek oralara çıkarlar ve yükleri ile birlikte postların üzerine oturup kayarak aşağıya inerler. [Strabon 11.5.6] [Jones h.l. (1917) ]

Doğu Karadeniz'de sarp kayalık sahillerde oturan ve denizcilikle geçinen topluluklar [ Eski kaynaklarda bu toplulukların tamamı coğrafi ayrım gözetilmeksizin Heniokhi adı anılmaktadır. “Heniokhi” tabiri ortak bir soydan çok ortak bir yaşam biçimini ifade ediyor gibi görünmektedir.] ile dağlık kesimlerde yaşayan dağlı toplulukların dışında; üretim ilişkileri ve yaşam biçimleri açısından üçüncü temel gurubu teşkil eden merkezi bölgelerdeki ova toplumu da Srabon tarafından ayrıca değerlendirmişler. Uzun süredir Yunan kültürü ile yakın ilişkiler içinde olan merkezi Kolkha halkı diğer batılı antik yazarlar gibi Strabon'u gözünde de nisbeten daha uygar bir toplum görünümündedir;

Bunun dışında Kolkhida ülkesinin arta kalan bölümünün büyük kısmı Karadeniz sahili üzerinde yer alır ve büyük bir nehir olan Phasis bu sahilin orta yerinde denize dökülür. Bu nehir kaynağını Ermeni ülkesinden alır ve komşu dağlardan çıkan Glaucus ile Hippus nehirleri ile birleşerek denize dökülür...

Phasis nehri vasıtasıyla Sarapana kentine kadar ulaşılabilir. Burası tüm kent nüfusunu içinde barındırabilecek genişlikte surlarla çevrilidir ve buradaki insanlar karadan bir yol aracılığı ile dört günde Kyrus nehrine ulaşabilirler. Phasis nehri üzerinde kurulu bulunan ve yine Phasis ismini taşıyan bir kent Kolkhalıların Pazar yeridir. Bu kent bir cephesinden bir göl bire cephesinden nehir ve diğer cephesinden denizle çevrili olarak doğal bir korunmaya sahiptir. Oradan insanlar deniz yolu ile ik üç günlük bir seyehatla Amisus ve Sinope'ye gidebilirler. Zira sahil boyu nehir ağızları sayesinde mutedildir.

Bu ülke hem ürünleriyle hemde gemi inşaasına yönelik her konuda mükemmel düzeydedir; balları hariç zira balları oldukça serttir. Üretilen keresteler nehirlerin üzerinde aşağılara taşınır ve halk başta keten olmak üzere kendir balmumu ve zift üretimi ile uğraşır. Öncelerden beri dış ülkelere keten ihraç ettiklerinden keten kumaşı imalatında yaygın bir ün kazanmışlardır. (Strabon 11.2.17) [Jones H.L. (1917)]

Phasis nehri boyunca doğuya doğru ilerleyerek Kolkha ülkesinin doğu komşusu olan İberia sınırına kadar ulaştığı anşlaşılan Strabon bu güzergahla ilgili gözlemlerinin yanısıra İberia ile Kolkha arasındaki coğrafi sınıra dair bilgiler de aktarmaktadır;

Onların ülkesine dört ana geçiş vardır; biri Sarapana üzerinden ki burada dar geçitlerin arasında bir Kolkhi kalesi bulunur bu geçitlerin arasında nehrin dolambaçlı rotası yüzünden 120 tane köprü yapılmıştır. Bu bölgede ağır sağanak yağmurlar zamanında seller nedeniyle derin yarıklar oluşur ve nehir şiddetli yoğun akıntıyla Kolkhida'ya iner.
Bu şekilde Kolkhida'dan Iberi'ya geçiş imkanları kayalıklarla kalelerle ve derin vadilerden akan nehirlerle engelenmiş durumdadır.” (Strabon 11.3.4)
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:46 pm

Heniokhiler
MS 9 yılında bugünkü Romanya'nın sahil kenti Köstence'ye sürgüne gönderilen ünlü Latin şairi Ovidius; burada yaşadığı dönemde dostlarına yazdığı manzum mektupları “Karadeniz'den Mektuplar” isimli eserinde toplamıştır.

Bunlardan birinde; MS 14 yılında dostu Albinovanus'a yazdığı bir mektubunda da Karadeniz'e dökülen ünlü nehirleri sayarken bunların arasında çok bilinen Phasis nehrinin yanısıra yine Kolkha ülkesinde olduğu bilinen Penius nehrinide sayar. Ayrıca yine aynı mektubunda daha önceki antik yazarlarında bahsettiği Doğu Karadenizli Heniokhia korsanlarından söz eder. Ovidius'a göre; Heniokhia korsan gemileri gemicilere büyük zararlar vermektedirler ve Doğu Karadenizli korsanlar yalnız kendi bölgelerini değil Batı Karadeniz'i de tehdit etmektedirler [ richmond J. (1995); Dürüşken.Ç (1999)] Ovidius'Un mektubundaki bu küçük ayrıntı o sıralar tüm Karadeniz'de dehşet saçan heniokhilerin geniş bir coğrafyada etkin olduklarını ve aynı zamanda denizaşırı korsanlık yapabilecek düzeyde köklü bir deniz kültürüne sahip olduklarını göstermektedirler. [ bu ayrıntı aynı zamanda Heniokhi kabilesinin kökeni ile ilgili yorumlar açısından da önem taşımaktadır.

Zira yerli isimleri fonetik açıdan olabildiğince en yakın Yunanca sözcüklere yakıştırarak kaydeden antik Yunan yazarları bu kabilenin (özgün şeklini bilmediğimiz) ismini de “Heniokhi” oşlarak yazmışlardır ve Heniokhi sözcüğü de eski Yunanca “Arabacılar” anlamına gelmektedir. Bu isimden yola çıkan bazı araştırmacılar yerli isimler üzerinde Yunan merkezli mitolojik ve etimolojik yorumlar yapma alışkanlıkları olan antik Yunan yazarlarının hatalarını aynı şekilde devam ettirmişlerdir. Oysa Heniokhi ismi altında ifade edilen denizci Kolkha kabilelerinin tarihsel yerleşim alanları kuzeyde de güneyde de sarp kayalıklardan oluşan dar sahil şeritleridir ve o çağlarda söz konusu sahillerde değil “atlı araba” tek başına “at” kullanımı dahi mümkün değildir. Tarihsel yorumlar yaparken ilgili çağların coğrafya ve tabiat koşullarının gözardı edilmesi bu tür yorum hatalarını kaçınılmaz kılmaktadır.].

Romalı tarihçi C.Tacitus'un kayıtlarında da Heniokhi kabilesinin bu dönemde bölgedeki belirgin üstünlüğü farkedilmektedir. Tacitus eserinde MS 20'li yıllara doğru meyana gelen gelişmeleri anlatırken bu bölgede sadece “Heniokhia” sonraki yıllarda da bağımsızlıklarını sürdürecek olan güneyli Heniokhilerin krallığıdır. Bugünkü Of ile Batum arasındaki sahil şeridinde egemen olan denizci Heniokhilerin bu küçük ülkesi Kolkha Krallığı'nın bağımsızlığını kaybetmesinden sonra da bölgede küçük bir krallık olarak varlığını devam ettirmiştir.

Pomponius Mela tarafından MS 44 yılına doğru yayınlanan “De Chorographia” isimli eserde sırasıyla; Trapezus'un batısında Buzeri ve Bekhiri kabileleri daha doğuda Phasis nehrinin denize döküldüğü yerde de Phrixos'un [Yunan mitolojisinde Phrixos Athamas'ın oğlu olarak geçer ve altın postlu birkoçun üzerinde uçarak Kolkha ülkesine gittiğine inanılır.] tapınağının ve altın Postun saklandığı ormanların bulunduğu Kolkhilerin ülkesinin olduğu belirtilir. Mela'ya göre bölgede Trapezus dışında diğer Yunan koloni kentleri; Miletliler tarafından Phasis nehri ğzında kurulmuş olan ve nehir ile aynı adı taşıyan bir kale kent; onun kuzeyinde Yunan tüccarları tarafından kurulan Kynus; ve daha kuzeyde de Dioskuria olarak sıralanır [Koshelenko G.A. ve Kuznetsov V.D. (1996); Braund D (1994)].

Neron Dönemi (SF.55-56)
MS 54 yılında Roma imparatoru olan Neron'un saltanatının ilk yıllarını aktaran C.Tacitus da Trapezus'dan stratejik açıdan önemli bir kent olarak söz ederken daha doğudaki etnik ve siyasi gelişmelere değinmez. İmparator Neron saltanaının sonraki yıllarında merkezi yönetimi sertleştirerek yerel yönetimlere ve bölgesel krallıklara karşı büyük bir baskı politikasını uygulamaya koymuştur.

Neron'un hküm sürdüğü bu yıllara mal edilen Hristiyan mitolojisine ait ilginç bir öyküde her ne kadar bilimsel açıdan bir değeri olmasada içerdiği ilginç bir ayrıntıylakayda değer nir nitelik taşımaktadır.

Asırlar sonra Dorotheus tarafından aktarılan bu rivayette on ikiş havariden biri olan Matthias'ın Doğu Karadenizde faaliyet gösterdiği Hyssus [Bugünkü Araklı limanı] limanında Phasis'de ve bu bölgenin iç kısımlarında oralarda yaşayan vahşi barbarlara vaaz verdiği ve onları dine davet ettiği anlatılmaktadır. Aynı rivayete göre havari Matthias yine bu bölgede Sebastopolis [Bugünkü Sohumi kenti] kentinde ölmüş ve burda bir güneş tapınağının yakınlarına gömülmüştür. [Jacquier E. (1911)].

Bu Ön Asya'da hemen her bölgeye mahsus birer örneği olan sayısız havari öykülerinden biridir. Havarilerin bölge bölge gezdikleri bilinse de daha o yıllarda bu bölgeye ulaşabilmiş olmaları pek mümkün görünmemektedir. Yine bu öykünün ilginç yanı Doğu Karadeniz'den “Aethiopia” adıyla bahsedilmiş olmasıdır. Bu durum “Kolkhida” adıyla bilinen Doğu Karadeniz sahillerinin asırlar boyunca bir çok antik yazar tarafından Afrika'daki Aethiopia [Bugünkü Etyopya] ülkesi ile karşılaştırılmasının en geç örneklerinden biridir. Hiç bir coğrafi ya da etnik bağlantıya dayanmayan Aiet'in ismiyle özdeşleştirilmesiyle ve Aethiopia ismiyle Aiet ismi arasında benzerlik kurulmasıyla açıklanabilmektedir.

MS 64 yılında Roma imparatoru Neron Karadeniz Polemonia Krallığına son verir ve bu krallığa bağlı özerk kent statüsünde olan Trapezus kentini doğrudan Roma'ya bağlama kararı alır. Aynı yıllarda uzun süreden beri büyük çalkantılara sahne olan imparatorluk Ortadoğu'da büyük bir Yahudi ayaklanmasıyla sarsılmaktadır.

MS 68 yılı civarında Yahudi kralı A
grippa II tarihçi Josephus tarafından aktarılan bir söylevinde Roma İmparatorluğu'nun o günkü siyasi ve etnik sorunlarından bahsetmektedir. Agrippa II sıraladığı sorunlu bölgeler ve etniğk gruplar listesinde Doğu Karadeniz'den Kolkhi ve Heniokhi adlarını da sayarak imparatorluk genelindeki büyük huzursuzluğu vurgulamaktadır. [Thackeray H.S.J (1927)] Tam bir kaos ortamı tablosu çizen bu tespitler doğrudur zira imparatorluğun dört bir tarafında isyanlar ve karışıklıklar artmaktadır.

Aniketus Aayaklanması (Sf.57-58)
MS 69 yılının sonlarına doğru Doğu Karadeniz'De Roma egemenliğine karşı şıkan aniketus isimli yerli bir denizci bir ayaklanma başlatır ve yerli halkın da desteğini alarak Yunan kolonisinin yaşadığı Trapezus kentine saldırır. Tarihçi Tacitus'a göre Aniketus' daha önceden Polemonia Krallığının donanma komutanlığını yapmış olan ve bölgede Roma egeömenliğine karşı çıkan etkili bir şahsiyettir. Aniketus'Un önderlik ettiği isyancılar Trapezus'u ele geçirerek yağmalarlar ve limandaki donanmanın büyük kısmını yakarlar. İmparator Vespasianus ayaklanmanın derhal basırılmasını emreder ve bölgeye bir ordu ile deniz filosu gönderiri. Roma ordusunun müdahalesi üzerine isyancılar “kamarae” adı verilen küçük tekneleriyle Trapezusdan çekilirler.

Tacitus'a göre isyancı yerlilerin kullandığı bu çift pruvalı tekneler her iki yöne haraeket edebilecek şekilde ve metal bağlantı elemanları kullanılmadan tamamen ahşaptan yapılmıştı. Fırtına ve büyük dalgalara karşı üst kısımları tamamen kapanabiliyor be böylece dalgalar arasında yuvarlansalar bile batmıyorloardı. Ancak bu tür küçük teknelerle Roma donanmasına karşı koyamıyacaklarını bilen isyancılar kısa sürede dağılırlar. Aniketus ve yandaşları Kohibus [muhtemelen ismi hatalı yazılan bu nehir yaygın görüşe göre bugünkü Khobi nehridir. Müller K. (1855)] nehri ağzında sıkıştırılırlar ve burada yşayan Sedokhezi kabilesine sığınırlar. Sedokhezi kabilesinin şefi önce Romalılara Aniketus'u teslim etmiyeceğini bildirir ancak daha sonra direnemeyeceğini anlayarak kendisini yandaşları ile birlikte Romalılara teslim eder. [Church A.J. ve Brodribb W.J. (1942)].

Aniketus'un başlattığı isyanın bölge halkından destek bulmuş olması onun yerli kökenli bir ayaklanma lideri olduğuna dair güçlü bir işarettir. Bunun ötesinde onun sığınmak için seçtiği yer de tarihsel açıdan oldukça ilginçtir. Zira Aniketus'un sığındığı Khobi dersi civarı bir süre sonra kendilerini antik Kolkha Krallığı'Nın mirasçıları olarak ilan edecek olan [Frendo J.D. (1975)] Lazi isimli yeni bir derebeyliğin de ilk kez ortaya çıktığı bölge olacaktır. Bu gelişmelerden kısa bir süre sonra aynı bölge ile ilgili gözlemlerini aktaran Plninius burada daha sonra yeni Kolkha Krallığı'nın da nüvesini oluşturacak olan Lazi derebeyliğinin ortaya çıkışına tanıklık edecektir.

Plinius'un Notları (Sf.59-61)
MS 77 tarihinde Plinius tarafından yayınlanan [DennisJ. (1995)] Naturalis Historia isimli eser çok net olmamakla birlikte Doğu Karadeniz sahillerinin o yıllardaki durumu ile ilgili önemli bazı verileri içerir. Plinius özetle ve sadeleştirilmiş şekliyle bölgeye ilişkin şu bilgilerei verir;

Trapezus yakınındaki dağların ardında [Bugünkü Harşit nehri havzası] Armenokhalib kabilesi [Armenokhalib (rmen-o-Khalib) terimi; Doğu Anadolu'nun yerli halkı olan ve Urartu uygarlığının varisi olarak kabul edilen Paleokafkas kökenli Khai (Khaldi/Khalib) kavminin bu dönemde henüz Hind-Avrupa kökenli Ermeni kültürü içinde tam olarak erimediğini göstermektedir. Bu kaynaşma süreci asırlar sonra Ermeni kilisesi çatısı altında tamamlanacak öylece yerli Khai kültürü tüm Kafkasik dil ve folklor özellikleri ile birlikte Ermeni kültürünün önemli bir bileşeni olacaktır. Hatta yüzyıllar sonra Ermeniler bu eski kavmin adını “Haik” biçimiyle sahiplenecekler ve bu şekilde adı; bölgede çok köklü bir geçmişe sahip olduklarının bir kanıtı olarak kullanacaklardır.]

daha ötede ise Armeni topraklarıyer alır. Sahil tarafında ise Trapezus'dan itibaren nehri ağzında aynı ismi taşıyan kaleye [Bugünkü Gonio kasabası civarı] kadar bölgede Sanni ve Heniokhi kabileleri egemendir.[ Trabzon ile Batum arasındaki bu bölgede egemen olan bu iki kabileden (sonraki çağlarda “Tzani” adıyla kaydedilecek olan” dağlı Sanniler iç kesimlerde yaşamakta denizci Heniokhiler'in toprakları ise daha ötedeki Phasis nehrine doğru dar sahil şeridi boyunca uzanmaktaydı)

Absarro civarındaki dağların ardında ise İberia'ya bağlı topraklar [Eski Taokhi bölgesi; bugünkü Ardahan
Artvin ve Ahiska arasında kalan bölge] yer alır. Sahilde Heniokhilerin ötesinde sırasıyla Ampreuti ve Lazi kabileleri yerleşiktir. Yine aynı bölgede Akamsi İsis Nogrus ve Bathys isimli akarsular Kolkhalı kabileler [Bu ifade ile ülkeye isimlerini veren asıl Kolkhi kabilesi ya da eski hükümran hanedanı temsil eden topluluklar kastediliyor olmalıdır]. Matium kenti Herakles nehri ve Karadeniz'in en meşhur akarsuyu olan Phasis bulunmaktadır [Strabon'un hatasınıaynı şekilde tekrarlayan Plinius'da Phasis'in kaynakları ile Bathys nehrinin kaynaklarını birbirine karıştırmış ve yanlış olarak bu nehrin kaynağını Moskhi topraklarından aldığını yazmıştır.]Bu nehrin üzerinde 120 tane köprü mevcuttur ve yaklaşık 40 mil kadar içeriye doğru gemilerin seyrine elverişlidir.

Ufak tekneler ise daha iç kısımlar5a kadar ilerleyebilirler. Eskiden bu nehir boyunca çok sayıda yerleşim birimi bulunmaktaydı. Bunlarn içinde en önemlileri; Tyndarida Kirka Kynus ve nehrin ağzında er alan Phasis kentleri idi. Ama içlerinde en meşhur olanı denizden 15mil içeride karşılıklı iki ayrı nehrin Phasis üzerinde sadece Surium isimli bir kent bulunur ve ismini nehrin geniş bir kolundan almaktadır. Daha kuzeydeki diğer önemli akarsular da Kharien ve Suani bölgesinden çıkan Khobus nehirleridir. Buralarda da iç kesimlerde Saltia ve Sanni isimli kabieler yaşar. Sahilden kuzeye doğru ise Rhoan Eğriti bölgesi Apsil kabilesi Sebastopolis kalesi Saniga kabilesi Kygnus kenti Penius nehri ile aynı ismi taşıyan Penius kenti daha sonra da farklı isimler kullanan Heniokhi kabileleri sıralanır. Anthemus nehri üzerindeki Kolkha kenti Dioskuria ise şu anda terk edilmiş durumdadır. [Metin için Rackham H. (1942) isimler için Mayhoff K. (1905)]

Konumlandırıldığı bölgenin yerel topoğrafik terminolojisi de dikkate aldığında burada ilk kez bir yazılı kaynakta yer alan “Lazi” teriminin önceleri bir yer adı olduğu daha sonra topşlum ismi haline dönüştürü anlaşılmaktadır: Zira Doğu Kardeniz'İn dış etkilerden uzak yüksek kesimlerinde günümüze kadar ulaşan bazı yer isimlerinfde “La Le” gibi ön eklere rastlanmaktadır ve büyük ihtimalle bu yerli Güneybatı Kafkas dil ailesine özgü bir yapı gibi görünmektedir. [ Lazi adının ilk ortaya çıktığı Phasis nehrinin kuzeyinde özellikle “Laşketi Latali Lenojedi Lentekti Leçkhumi” gibi bir çok yer adı günümüze kadar ulaşmıştır.] “Lazi” terimininde aynı formda bir yer adı olarak ortaya çıkmış olması oldukça güçlü bir ihtimaldir.

Plinius'un kayıtlarına da belirgin şekilde yansıyan Kolkha kabilelerinin kuzeyden güneye yoğun hareketlilikleri aslında Sarmat kabilelerinin istilası sonucu oturdukları sahilleri terk eden yerli halkın güneye doğru gerçekleştirdikleri tarihi bir ricatı işaret etmektedir. Bu süreçte bölgede meydana gelen toplumsal değişiklikler ve değişen yerel güç dengeleri kısa bir sonra burada tekrar kurulacak olan yeni Kolha Krallığı'nın diğer adıyla Lazi krallığının oluşumunda belirleyici etkenler olacaktır. Lazi derbeyliğinin önderliğinde kurulacak olan bu yeni Kolkha krallığı ülkede yüzyıllar boyunca hüküm sürecek olan yeni bir hanedanın egemenliğini de beraberinde getirecektir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Şimal
Admin
Şimal


Mesaj Sayısı : 883
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 39
Nerden : suskunluklardan

MEDENİYETLER TARİHİ Empty
MesajKonu: Geri: MEDENİYETLER TARİHİ   MEDENİYETLER TARİHİ Icon_minitimeSalı Ocak 13, 2009 11:48 pm

Akadlar


Akadlar (M.Ö. 4000 - M.Ö. 2100), M.Ö 4 binde Arap Yarımada'sından Mezopotamya'ya ilk gelen ve yerleşen Sami(arap)asıllı bir kavimdir. Akad kralı Sargon Sümerlileri yenmiş ve bu devleti kurmuştur.
milliyetçi ve askeri toplum özelliğini taşırlar.


Devletin başkenti Akad'dır. İlk düzenli ordu sistemini kurmuşlardır. Sümerliler'in kuzeyinde, Fırat Nehri boylarında tarihte ilk bilinen imparatorluğu kurdular. Sümer kültüründen etkilendiler ve bu kültürü Ön Asya'ya yaydılar. Sargon'un ölümmünden sonra devlet zayıfladı ve Sümerliler tarafından ortadan kaldırıldı. (M.Ö 2100)

Sami kökenli bir halk olan Akadlar (veya Akkadlar) 3. binyılın ortalarında yaklaşık iki yüzyıl boyunca Mezopotamya'da hüküm sürmüştürler. Bütün Mezopotamya'yı egemenlikleri altına alan ilk topluluk oldukları gibi idarecileri önceki Kent Kralı imgesinin yerine Evrenin Kralı simgesini ortaya çıkarmışlardır. Bu kavramı belki de ilk kullanan topluluk olarak Akadlar kültürel anlamda Sümerlerin mirasçılarıdırlar ve Sümer kültürünü büyük oranda benimsemiştirler.

Akad sülalesinin kurucusu Sargon ve torunu Naram-Sin Akad İmparatorluğunun en önemli liderleri olmuşlardır. Akadların zayıflama döneminde Sümer kentleri tekrar egemenliklerini elde etmiş ve 3. Ur Sülalesi'nin Mezopotamya'daki yükselişiyle birlikte Akadların dönemi son bulmuştur.





Akadlar

Kuzey Mezopotamya'dan güneye doğru genişleyen Sami halkının yerleşim yerleri, Sümer şehirlerine kadar dayanmıştır. Hatta birçok şehirde, Samiler ücretli asker olarak Sümer ordularında yeralmışlardır.

Sümer tarihinde çok önemli bir yer alan Kiş şehrinin sarayında kral Urzababa'nın baş muhasebecisi olan ve Sami halkına mensup olan Sargon, M.Ö. 2350 yılında bir savaştan yenik dönen kralına darbe düzenleyerek tahta geçmiştir. Sami halkının ilk kralı olan Sargon, Kiş şehrini ele geçirdikten sonra, güneye doğru ilerleyerek diğer Sümer şehirlerini de sınırları içine aldı. Sargon yaptığı bütün seferlerinde kuşattığı topraklara, Sami kültürünü ve dilini de götürmüştür. Sümer kültürünü temel alan ve kendi kültürüyle bütünleştirerek özümseyen Akadlılar, büyük bir medeniyeti geliştirdiler. Böylece dünyada ilk kez, bu kadar geniş bir alan üzerinde, merkezi bir devlet kuruldu.

Akad şehrinin merkez haline gelmesinden sonra Sargon'un kurduğu devlete Akad Devleti, konuştukları doğu Sami diline de, Akadca denildi. Akad dili bütün Mezopotamya'da Sümer dilinin yerine geçerek, günlük yaşamda ve ticarette kullanılandı.

Kral Sargon kurduğu merkezi devletiyle asırlar boyu Mezopotamya'da süren teokrat tapınak şehir yönetimine son vermiş ve yerine güçlü bir memur mekanizmasıyla idare edilen bir devlet kurmuştur. Sargon, Mezopotamya'da iktidarı ele geçirmekle beraber sosyal, siyasal ve ekonominin yanında sanatta da değişiklikler yapmıştır.

Dinsel açıdan Güneş tanrısı Şamaş, Ay tanrısı Sin ve Venüs tanrıçası İştar en çok tapılan tanrılardı. Sargon'dan sonra güçlü bir otorite kuran torunu Naram-Sin, kendisini "Akad'ın tanrısı ve dünyanın dört bölgesinin kralı" ilan ederek, ilk tanrılaşıtrılan kral olmuştur. Sınırlarını Zagros Dağlarına kadar genişleterek burada yaşayan savaşçı Lulubi kabilelerini dağıtmıştır.

Naram-Sin döneminde Elam ve Lulubiler Akad dilini ve alfabesini kullanmaya başlamışlardır. Naram-Sin'in ölümünden sonra Akad devleti parçalanır ve egemenlik Zagroslar'dan gelen barbar Gutilerin eline geçer.

Mezopotmaya'daki insanlar tarafından "dağların canavarı'" olarak adlandırılan Gutiler, hüküm sürdürdükleri 70 senelik süre içinde Mezopotamya'da büyük tahribatlar yaratarak, en karanlık bir dönemine neden olmuşlardır. Barbarlık ve talandan başka bir şey yapmayan Gutiler, Mezopotamya'da açlığa ve sefalete yol açtılar. Olumlu hiçbir gelişme kaydedemeyen Gutiler yenilip bölgeden çıkarıldılar
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
MEDENİYETLER TARİHİ
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» ÜLKELER TARİHİ
» MATEMATİK TARİHİ 1
» MATEMATİK TARİHİ 2
» 16 Şanlı Türk Tarihi
» lazların 4000 yıllık tarihi

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
..::FaCia FoRuMLaRı::.. :: Türk ve Dünya Tarihi-
Buraya geçin: